|
Eğitim Öğretim İle İlgili Yazılar, Çalışmalar, Belgeler > Şiir Koleksiyonu, Şiir Antolojisi > Mehmet Akif Ersoy’un Şiirlerinden Seçmeler, Safahat Şiirleri
FİRAVUN İLE YÜZ YÜZE ŞİİRİ (SAFAHAT ŞİİRLERİ) (MEHMET AKİF ERSOYUN ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER)
Fahru'n-nisa Emire Hadice
Hanımefendi Hazretleri'ne
Şu bağlı yelkeni çözsek de, nehri atlıyarak,
Biraz da karşıki vadiye doğru yollansak.
Güneş çocuk: Yoracak hali yok, sular durgun;
Gelin gecikmiyelim, tam zamanı yolculuğun.
Kürekler işlesin öyleyse, durmadan gideriz.
Fakat, bu Nil-i Mübarek mezar kadar hissiz;
Bütün sevahili boğmuş, gömerken emvacı,
Ne vardı bir acı duysaydı? Şöyle dursun acı,
Huzur içinde, sanırsın ki ninniler duyuyor:
Semayı altına sermiş, derin derin uyuyor!
O, belki yetmiş asırlık, mehib Karnak'lar;
Alınların biriken kanlı, terli hüsranı:
Şu Teb harabesinin dalga dalga ümranı;
Şu, sermediyyeti hala sayıklıyan, asar,
Ki hay u hüy-i medidiyle inlemişti civar
Bugün, sütunlarının küskün ihtişamıyle,
Ne ser-nigun oluvermiş, aman bakın Nil'e!
Yanaştık öyle mi? A’la! Geniş de bir kumsal; ,
Hemen basıp çıkalım, açmasın kenardaki sal.
Zemin epey batıyor: Yolcu geçmemiş çokluk..
Şu hurmalıkları tuttuk mu, oh, kurtulduk
Meğer hiç öyle değilmiş, ne inkisar-ı hayal:
Aşınca vahayı, bir kumdur etti istikbal!
Batar, çıkar, gideriz, çaresiz, yorulsak da.
Evet, belirmede, yer yer, birer sevimli ada;
Nedir ki arkası ümran, filan değil, heyhat,
O, çöl dedikleri aylarca bitmeyen nakarat!
Daraldı gitgide vadi, demek yakınlaştık.
Harabeler sökedursun, yavaş yavaş, artık:
Göründü işte sütunlar, kırık dökük, yer yer,
Göründü yerlere bi-tab düşmüş abideler;
Göründü kaç sıra ma'bed ki kaplamış yurdu;
Göründü birçoğunun pare pare Ma’budu!
Sağında na-mütenahi yıkıntı dalgaları;
Solunda hangi hariminse tek kalan duyarı;
Önünde, gövdesi kırk elli parça, heykeller;
İlerde burnu kopuk başlar, arkasız beller. ––
O yanda kumlara yüzlerce dev kadidi batar;
Bu yanda toprağı bin müstahase yırtar atar.
Harab emellerin enkaazı savrulur şurada;
Yıkık sarayları çiğner geçer nigah arada
Hulasa, bir, ebedi kevni yok, zemin-i fesad,
İçinde haşre kadar haşrolur durur ecsad!
|
Sıkıştı gitgide vadi, nihayet oldu boğaz.
Güneş çocuk değil artık, şu var ki pek yaramaz:
Sonunda cevvi tutuşturmak istedikçe hele,
Çekilmiyordu bu en nazlı günlerinde bile!
Aman bakın, ne perişan şu toprağın hali:
Bucak bucak deşerek, toprak olmuş ensali,
Çukurlarıyle, hayır, leşleriyle yutmuşlar!
Kefen soyanlar adanımış, bu fareler canavar!
Delik deşik kayalıklar, delik deşik sağ sol:
Mezar araştırıyor her tarafta bir sürü kol.
Sürüklenir sıralanmış paçavra enkaazı,
Zuhur eder diye, altında mumyalar ba'zı;
Didiklenir, elenir, kül, kemik, bütün kümeler
Nedir bu acz-i beşer karşısında hırs-ı beşer?
Büküldü tuttuğumuz yol cenuba doğru biraz;
Güneşse rüşdüne rağmen bütün bütün yaramaz:
Önünde damla kadar gölge sezmesin alevi,
Bir an içinde, bakarsın, adımlayıp cevvi,
Ne kuytu der, ne siper, parçalar geçer mutlak;
Nasıl ki parçalamış: Her taraf çırılçıplak!
Asıl bela sı: Bu gittikçe kıvrılan dirsek,
Uzun sürerse, eminim, devam edilmiyecek:
Kireç yakılmaya mahsus ocakların bir eşi,
Kürek kürek saçıyor küllenip duran güneşi!
Hayır, sürekli değil, bitti, hem yaman bitti;
Gelin de sahneyi bir seyredin, gelin şimdi:
Geçit biraz dönerek garba sarkacak yerde,
Gerildi analsın alaka, bu kızıl perde:
Ne ihtişam-ı İlahi ! Ne saltanat! Ne celal!
Eteklerinde zemin, devre devre, izmihlal.
Bu cebhe fecr-i ezelden örülmüş olsa gerek;
Gurub alevleri, yahud , tehaccür eyliyerek,
Haris emelleri tehdide etmek üzre devam,
Fezada alnım çatmış bu sermedi ehram!
Evet, murakabe halinde bir sükut-i mehib,
Çıkıp harabe-i edvara yaslanan bu hatib.
Ne bir hitabe, hayır, yükselen, ne bir minber,
O çünkü çok daha yüksek, o bir derin makber!
Bu kıpkızıl kayanın bağrı kaç y erinden oyuk!
Sırayla birçok isim var Tesadüfen okuduk:
İkinci Amnofis a'la! Hemen girip görelim
Eşikte loştu, kovuk, şimdi büsbütün muzlim.
Şu var ki, sürmedi, sıyrıldı perdeler nagah,
Çevirdi düğmeyi, besbelli, arkadan fellah.
Işık güzel, azıcık yol çetin, fakat bu da hiç;
İşin fenası: içerden gelen sıcak müz'ic
Ne çare! inmeli, madem ki sormadan girdik
Aşağya doğru zeminin devamı haylice dik
Hayır, kapanmıyabilmek hüner değil o kadar:
Adımda bir basamak var ki taştan oymuşlar.
Yavaş yavaş iniyorken uzandı bir köprü
Önünde var ya delilin, tevekkül et de yürü!
Geçer miyiz, geçeriz, haydi şimdi, bismillah!
Kaza savuştu ya , lakin , ne söylüyor fellah:
Meğer, zifir mi zifir, bir belalı kan kuyusu,
Bu takma köprünün altında tutmamış mı pusu!
Demek ki: Çalmak için muhteşem kemiklerim,
İkinci Amnofis'in kim delerse makberini;
- Nüfüza uğraşıyorken yolun serairine -
Basınca eğreti konmuş kapakların birine,
Cehennemin dibi buymuş, deyip tekerlenecek!
Aman çabuk geçelim, yer tekin değilmiş pek
Demin kalan basamaklar yetiştiler tekrar,
Beraber etmeye baktık aşağya doğru firar.
Sitare mevkibi halinde kaafileyle ziya,
Geçit boyunca dizilmiş, pırıl pırıl, guya :
Kovanda bahsedilen bir yığın ateşböceği,
Delip halas olayım, der, bu sermedi geceyi!
Duvarların, tavanın her yerinde, bi-payan,
Tekerrürüyle tevali eden rumüz-i beyan.
Nedir leyale bürünmüş o renk renk eşkal?
Kimin hesabına zulmette oynıyan bu hayal?
Kimin? Nedir? diye, lakin , kolayladık geçidi;
Direkli bir yere çıkmaktayız, bakın, şimdi.
Harim-i hasma geldik demek ki, Fir'avn'ın;
Gürültü etmiyelim, bi-Huzur olur, amanın!
Fakat, bu sahne, dağın sinesinde, pek müdhiş:
Açık sema gibi yıldızlı, mavi bir meneviş,
Parıldayıp duruyor, kaplamış bütün sakfı.
Duvarların görünen sağlı, sollu, her tarafı,
-Mematı hep akabatıyle gösterir yollu-
Ecinni ordusu şeklinde bin hurafe dolu.
Nasıl ki aynı hikayatı söylüyor tekmil,
-Şu perde perde sütunlar da işte ber-tafsil.-
Peki, o nerde? diyorduk, hemen zuhur etti,
Benekli kırmızı benziyle parlayan lahdi.
Acıktı üstü, kapak, şimdi, bir kalın camdı;
Basında düğme de varmış ki, asrın evladı,
Koşup bükünce, ziya huzme huzme fışkırarak,
Göründü, kalkamaz olmuş, zavallı bir hortlak
Adaletin ne şehametli bir tecellisi,
Şu, leş görür gibi görmek ikinci Amnofis'i!
Bu Fir'avun ki, civarından ürküyordu beşer;
Bu Fir'avun ki, saraylar, sütunlar, abideler,
Bütün hayatım ezberletirdi afaka;
Bu Fir'avun ki eğilmişse boynu bir hakka,
O sade kendi bekaasıydı, kendi nefsiydi;
Bu Fir'avun ki, o zıllin hayal-i te'bidi,
Dumanlı beynim sardıkça, artık efrada,
Muhal olurdu huzur ihtimali dünyada;
Bu Fir'avun ki, cehennemdi yerde kabusu,
Cehennem olmadan evvel vücud-i menhusu;
Bu Fir'avun ki, beşer, korkudan, büküp belini,
Huşu' içinde tavaf eylemişti heykelim;
Bu Fir'avun, bu görünmez kaza, bu saklı bela ,
Ki bir zaman tapılıp dendi: Rabbune'1-a'la!
Ne intikaam-ı İlahi , ne sermedi hüsran:
Gelen, geçenlere ibret, yatar sefil, üryan!
Soyulmadık eti kalmış, bilinmiyor kefeni;
Açıkta, mumyası hala dağılmıyan, bedeni.
Bu çehre miydi ki titrerdi karşısında zemin?
Bunun mu handesi afaka tarh ederdi enin?
Hayır, bu, çehre değil şimdi, bir sicill-i azabı
Bütün hututu perişan , bütün harab.
Birer siyah uçurum gürleyen, çakan gözler;––
O yıldırımların artık yerinde yeller eser!
Ölüm derinleşedursun çökük şakaklarda,
Düğümlü bir acı hüsran henüz dudaklarda.
Nedir düşündüğü, bilmem, o seyrelen sakalın;
Bir ıztırab-ı mehibin zebunu lakin alın.
Yanık kütüklere dönmüş, karın, kasık, el, ayak;
Yakında küllenerek hepsi tarumar olacak.
Şu gördüğüm mü nihayet , bu leş mi akıbet in?
Bunun mu uğruna milyonla ruhu inlettin?
Şeametin ne de etmiş ki cevvi istila:
Hayatın ayrı felaket, mematın ayrı bela !
Evet, sen eyliyemezdin sütun sütun feveran,
Boşanmasaydı o ter bigünah alınlardan.
Zehirli ot gibi fışkırdı heykelin, yer yer,
Sulandı çünkü şu vadi beşer kanıyle, beşer!
Zemine sığmadı bir türlü, korkarım, cesedin;
Yazık ki murdarı toprak bulup da örtemedin!
Değer mi dağları tırnakla, dişle oydurarak,
İçinde bir leş için muhteşem saray kurmak?
Nedir bu kokmuşa dünyada olmadık tekrim?
Niçin nasibi değil ruhunun, bu naz ü naim?
Meramın ölmeyebilmekse, ölmemek mümkin:
Saçıp savurduğun enfas-ı ömrünün, lakin ,
Dedin de birkaçı olsun Huda yolunda feda ,
Şu mavi kubbeye gömdün mü bir sürekli sada ?
Ölüm saçarken o şimşekli gözler afaka,
Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?
Şu duygusuz yüreğin susturup leametini,
Yanık yüreklere sundun mu yad-ı rahmetin!?
Geçen hayat-ı sefilin - ki hep çamur, hep kan! -
Deşildi, taştı da bir gün samim-i yadından,
O levsi gördün, utandın, terinle oğdun mu?
Ağarmıyorsa, nedamet selinde boğdun mu?–
Hayır, haya denilen renk o çehreden ne uzak!
Yumuldu gitti gözün, kirpiğin yaşarmıyarak!
Sığındı mumyaya ciyfen, yegane şaheserin;
Fakat, sığındı mı gufrana ruh-i derbederin?
Hayatının deşiversem birinci perdesin!,
Kulaklarım duyacak çıplak etlerin sesini.
O etlerin ki alev püsküren sıcaklarda,
Tüter dururdu, inen kırbacınla kalkar da!
Yorulmak onlar için bir bilinmedik haktı,
O etlerin ki bütün hakkı parçalanmaktı!
Gözümde canlanıyor, şimdi, devr-i muhteşemin;
Nasıl hayaleti kumlardan uğradıysa, demin.
Fakat, nasibini almış ki her tarafta ibad,
Yetim iniltisi, ancak, kesilmeyen feryad!
Ne hanümanları yıktın yıkılmadan şuraya?
Ne aşiyanlan, ezmişti, kim bilir, şu kaya?
Dokunsam ağlıyacak, söylemez ki kaç kanı var,
Uzandığın çukurun, karşıdan bakan şu duvar.
Ne yüzle söyliy ehilsin: Şerik-i hüsranı!
Bileydim, ey koca Mısr'ın ilah-ı üryanı!
Mezara, heykele aid bütün bu velveleler,
Bekaan için mi hakikat? Meramın oysa, heder:
Evet, bütün beşerin hakkıdır bekaa emeli;
Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!
|
|