|
Eğitim Öğretim İle İlgili Belgeler > Kitap Özetleri > Roman Özetleri
BİR SÜRGÜN ÖZET (2) KİTAP ÖZETİ ROMAN ÖZETİ
Kitabın Yazarı : YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
Kitabın Konusu: Sürgüne gönderilen bir subayın Suriye’de başına gelen çok ilginç olayları anlatıyor. Bu subayın arkadaşları, ailesi ve kendisi ile ilgili olayları işlemiştir.
Kitabın Özeti:
Olayımızın kahramanı olan Doktor Hikmet İzmir’e sürgün edilmiş bir memurdur.Doktor Hikmet sıkıntı ve dertlerden çökmüş orta yaşlı bir kişidir.Okumaya düşkün bir insandır.Doktor Hikmet Guraba Hastanesi’nden çıkınca sevgilisiyle sözleştiği yere koşan bir aşık gibi kalbi çarparak “Abajali’nin” mağazasına gider ve hafta içinde gelmiş olan bütün kitap ve dergileri inceler.bazen saatlerce mağazadan çıkmaz ve yanına bir iki kitap ve dergi alarak dışarı çıkar.
Abdülhamit dönemi, Yeni Osmanlıların çabalarıyla gerçekleşen Kanûn-ı Esâsi 1876 (I. Meşrutiyet) ile başlayıp Jön Türklerin ve devamında İttihat Terakki’nin mücadelesiyle yeniden ilan edilen İkinci Meşrutiyet (1908) yılları arasını kapsayan oldukça çalkantılı bir dönemdir. Bu dönem ve yönetimindeki padişahı için son devir Türk tarihinin en hararetli tartışma alanı olduğunu söylemek herhalde bilinen bir gerçeğin tekrarı olabilir. İstibdat devri adıyla bilinen bu dönemin asıl mağdurları devrin yetişen yeni tip aydınlarıdır. Abdülhamit yönetimi, yenilikçi aydınların (gazeteci, şair, yazar, siyasetçi vb. ) beklentilerinin ötesinde bir eğitim/öğretim ve okullaşma başarısı gerçekleştirmiş olmasına karşılık açılışından kısa bir süre sonra Meclis’i kapatmakla yeni ve güçlü bir muhalif hareketin doğmasına da zemin hazırlamıştır. [1] Basın hayatındaki sansür, örgütlenmedeki yasaklar ve siyasal sürgünlerin karamsar ortamında, eskiden kopmuş fakat yeniye de ulaşamamış ümitsiz bir nesil yaratılmıştır. Kendi gerçeklerini hiçbir zaman hayatın gerçeklerinde bulamayan bu nesil, hayat karşısında tecrübesiz ve ürkektir. Konumundan memnun olmama ve kaçma arzusu karakteristik bir özelliktir. Tepkisel bir Abdülhamit düşmanlığına karşılık aşırı batı (Fransa/Paris) özlemi, dönemin ortak tutkusuna dönüşmüş; aşkta ve işte yenik aydınlar gerçek hayatla edebî eserlerde ayırt edilemeyecek ölçüde benzeşmişlerdir. Bu özellikler nedeniyledir ki Doktor Hikmet, “Abdülhamit devrinde yaşamış her-hangi bir münevverin hayatını değil, o devrin münevverlerini ve zihniyetlerini temsil eden bir tip”[2] olarak Yakup Kadri’yle özdeşleşir.
“İstanbul’un, kibar ve devlet düşkünü bir ailesi içinde çocuklarına lüzumundan fazla şefkatli bir ana baba elinde, bin türlü naz ve nevazişle” büyütülen Doktor Hikmet, “27 yaşına rağmen hayatın hemen her sahasında acemi kalmış bir adamdır. ” Annesinin yanında, hizmetliler tarafından “el bebek gül bebek” yetiştirilerek büyüyen Doktor Hikmet, Paris’te tanıştırıldığı Profesör Foissard’ın evinden ayrıldığında gideceği yeri bulamayacak kadar acemidir. O anda çocukluğuyla yetişkinliğini karşılaştıran Doktor Hikmet, pek fazla değişmediğini anlar.
“Doktor Hikmet kendi kendine: Ben halâ aynı küçük ve pısırık çocuğum diyordu. Aynı acz, aynı çaresizlik içinde çırpınıp duruyorum. Bu yirmi iki yıllık ömrün tecrübeleri neye yaradı? Yanımda yürüyen bu adam beni bulunduğum noktada bırakıp kayboluverse, akşam yatacağım yatağı bulmakta zorluk çekeceğim. Şu yanımda yürüyen adam, benimle meşgul olmaktan vazgeçse, kalkıp başka bir memlekete gitse, bu engin şehrin içinde bir deniz üstünde bir tahta parçası gibi kalacağım. Şu yanımda yürüyen adam? Lâkin, işte, o benim bugünkü lalamdır. Şu ark ile ki, birinci lalam, benim bütün kaprislerime boyun eğerdi. Bu ise, şimdi, beni kendi kaprislerine bağlayıp sürüklüyor. ” (s. 122) Kaldığı otelin görevlileri karşısında ve Paris’in kalabalık caddelerinde bilgisizliği ve acemiliği sebebiyle zor durumlarla karşılaşan Doktor Hikmet, yetersiz olan Fransızcasıyla garsondan sütlü kahvesinin yanına bir de çörek isteyemez. “Kendi kendine; yen dil öğrenen ve söylediği cümlenin doğruluğundan emin ol-mayan biri gibi Fransızca: ‘Bana şundan getirin, bana şundan getirin’sözünü tekrar ediyor ve her tekrar edişinde bu lakırdı da bir acayiplik seziyordu. ‘Şundan getirin, fakat “şu”nun adı yok mu? Kendimi garsona güldürmek için bir vesile daha vereceğim’dedi. Bu endişe ve tereddüt içinde bocalarken garson sütlü kahveyi getirdi. Ve hay Allah ondan razı olsun; ‘Coriassan da ister misiniz?’diye sordu. ‘Croissant mı, evet, rica ederim. ” (s. 71)
|
Doktor Hikmet’in, arkadaşının ısrarıyla gittiği Montmartre’da, daha önce tanıştığı bir kız için arkadaşının; “kendine gel bu bir kaldırım orospusu” diyerek uyarmasına rağmen “peşinde ne korkunç maceralara doğru sürüklenip gideceği” kızla ilişkisindeki acemilik, Ali Bey’in Mahpeyker karşısındaki zavallılığını andırır. Yetişme tarzıyla da Ali Bey’i çağrıştıran Doktor Hikmet, gördüğü bazı kadınları “şiddetle ve ihtirasla arzu ediyor” olduğu halde kadın-erkek ilişkilerinde de acemidir. “Fakat bir kadına nasıl yanaşılır? İlk ağızda ona ne denilir? Bu, Doktor Hikmet’in, ömründe yapmadığı bir şeydi. Tanımadığı bir kadına yanaşmak şöyle dursun yüzüne dikkatle bakmak bile, onca büyük bir cüret ve cesaret meselesiydi. Nitekim, demincek sıranın üstünde, kendisini o kadar dikkatle tetkik etmekte olan şu kızcağıza olsun bir göz atmalı, bir gülümsemeli değil miydi? Ne gezer!” (s. 104) Acemiliği yüzünden, yolculukta tanıştığı bir Jön Türk’ten ilk darbeyi yiyen Doktor Hikmet’in Jön Türklük bilgisi gibi meslekî bilgisinin yetersizliği de Paris’te tanıştığı doktorla olan ilişkilerinde açıkça görülür. Sıradan bir tabloyu, oldukça yüksek bir fiyatla alan Doktor Hikmet, yönetimine sözde muhalif olduğu devletini de Rus ihtilalcisinin anlattıklarından öğrenecektir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk için yazdığı monografinin başlangıç kısmında, “Arasıra limanlarımızda yabancı harp gemilerinin görünüşü veya herhangi bir frenk hükümdarının memleketimize ayak basışı halkı coşturan ve ona kollektif heyecan veren yegâne mehabetli hadiselerdi. Çünkü, kendisine ve kendi devletine itimadı kalmayan halk, kendi mukadderatına hakim olan kudretlerin bu sembollerle tecessüm ettiğini görüyordu”[3] der. “Fransız diliyle basılmış bir dizi, hatta basbayağı bir bakkal ilanı bile ona mukaddes kitapların metinleri gibi yüksek sesle ve bir hamasi ahenkle” (s. 22) okunsun isteyen Doktor Hikmet’ide limandaki vapurlardan birinin bacası, “Bütün okuduğum kitaplarda mecmualarda vasıflarını ezberleyip de gözlerinle göremediğin, ellerinle (bilgi yelpazesi.net) dokunamadığın, burnunda güzel kokularını alamadığın sihirli iklimlerin anahtarı hep bendedir. Zindanların kapısını açan soluk benim. Örf ve adet esirlerini paslanmış zincirlerinden ben kurtardım. Hep bir örnek günlerin müsabı olan hastalara türlü maceralarla şifa vermesini ben bilirim. Geniş ve aydın hürriyet yoluna ben iletirim. Gel gidelim gel gidelim” (s. 24) diye çağırır. Limandaki vapurun bacasından özgürlük çağrısını alan Doktor Hikmet, ilk zaman bu çağrıya bir türlü “hazırım” diyemez. Her türlü hareket yeteneğinden yoksun, “kâbus içinde bunalmış” olan Doktor Hikmet, “bu istibdat memleketinde bir sürgün olmasa daha doğrusu dünyaya sadece bir Türk olarak gelmemiş bulunsa, elli adımda şu rıhtımın kenarına varır, bir sandala atlar ve beş on dakika içinde kendini o vapurda o in-sanların arasında bulurdu. Fakat heyhat!” (s. 24).
Doktor Hikmet, genç bir mirasyedidir. İzmir’de özel işyeri açmak için babasının İstanbul’dan gönderdiği parayla, “Türkiye denilen zindanın hür ülkelere doğru aralık kalmış bir kapısı” (s. 27) olan İzmir’den, içindeki “bu rüya hakikat olmalıdır” sesine uyarak “1904 yılı Temmuzunun 25’inde 9’u 10 geçe Messagerie Maritime kumpanyasının Nigére adlı vapuruyla” Paris’e kaçar. Paris, Doktor Hikmet için bir dönemin nesli adına “hayal hakikat çakışması”nın yoğun yaşandığı bir yerdir. Paris tecrübeleri, birtakım hayalî projelerle gelen genç doktorun gerçeğin acı yüzüyle karşılaştırır. İzmir’deyken, Fransız dergilerine abone değil de onlarda “pansiyoner gibi” yaşayan Doktor Hikmet, özlediği Paris’ine ilk kez gideceği trende, “ilk defa olarak bir şarklının bu gördüğü insanlara nispeten ne kadar yumuşak, ne kadar pelte, ne kadar tatlı bir humuzdan yapılmış olduğunu” düşünecektir. Paris’e ayak basışının hemen ardından, “Garip şey, şimdiden kaçtığım yerlerin hasretini mi çekmeğe başlayacağım” korkusuyla tedirgin olan Doktor Hikmet’e göre; “Asıl Paris, ondan hergün biraz daha uzaklaşıyordu.
Ta ilk gençlik yıllarından beri edebiyatla, sanatla, ağızdan kapma malümatla dimağının içinde yer etmiş olan o tılsımlı şehrin şekli, çizgileri, renkleri, reliefleri aynı ismi taşıyan bu içinde yaşadığı şehrin ihtilaçlı gölgesi altında yavaş yavaş siliniyor, kayboluyor, onun yerine, büsbütün başka bir Paris’in, hiç beklemediği, anlamadığı ve bir türlü zevkine varamadığı bir Paris’in planı teressüm ediyordu. ” (s. 95) Paris’te görülenlerle Paris için hayal edilenlerin çor farklı olduğunu görüp kendini kaybeden genç doktor, “bütün manâsıyla bir otomattan farkı” kalmadan anlamsızca, “bazı anlar bir kabus şeklini” alan bir rüyada yaşar gibidir. “Eskiden beri Paris’e dair kurduğu cennet rüyalarının ortasında her şeyden evvel taze ve sihirli bir aşk çiçeğinin baş döndürücü kokuları ve renklerini” (s. 103-104) görmeyi bekleyen Doktor Hikmet, “sokak ortasında bir adam” olarak gözlerini Paris’in üzerinde gezdirmesine karşılık “hiçbir şey” göremeyecektir. Oysavaktiyle “Paris, Doktor Hikmet’e gecenin karanlığı içinden karşısındaki ufku baştan başa sarmış bir geniş yangın alevinin aksi halinde” (s. 62) görünmüştü.
Kendi ifadesiyle, “Türkiye denilen zindan”da özgürlük adına herhangi bir mücadelesi olmadığı gibi sürgün sebebini de araştırmayan Dok-tor Hikmet, Pire limanında tanıştığı Jön Türk neşriyat acentası Cemal’in Atina sokaklarını kendisine tanıtırken, “Burası Meşrutiyet Meydanı” demesi üzerine özgürlük ateşiyle yandığını hisseder. “Meşrutiyet Meydanı! Meşrutiyet Meydanı. Acaba günün birinde bizim de bir Meşrutiyet Meydanımız olacak mı?” (s. 45) Doktor Hikmet, kendisi gibi acemi Jön Türkleri kandırarak geçimini sağlayan acenta Cemal konuştukça kendisinin de Abdülhamit düşmanı olduğunu anlamış olur. “A, haberiniz yok mu? Müşaünileyh yolcu imiş. Son günlerde gene kanseri tepmiş.
Kim bu müşaünileyh?
Abdülhamit keratası, be brader.
Doktor Hikmet, içinden sevinçle tekrar etti:
‘Abdülhamit keratası, Abdülhamit keratası!’Ve bunu söylerken kahramanca bir harekette bulunmanın coşkunluğunu duyuyordu. Hele Pire’ye dönüşte treni beklerken acenta Cemal’in; ‘Müsaadenizle ben bir dakika Abdülhamit’e uğrayacağım’diyerek istasyon ayakyoluna gidişi yok mu; Doktor Hikmet’e, adeta bir kıyamın, bir ihtilâl hareketinin ilk adımı gibi geldi. ” (s. 45-46) Doktor Hikmet’in bu tepkisel Abdülhamit düşmanlığı roman boyunca bir daha gündeme getirilmez. Yalnızca, Paris’te genç doktoru bölgenin tanınmış ismi Doktor Henry Foissard’a tanıtarak birtakım çıkarlar sağlamayı planlayan Ragıp Bey’in ağzından, “Bu adam istese bize neler yapmaz ki... Seni bir defa himayesine aldı mı bak keyfine, Abdülhamit ölse de artık yine memlekete dönmezsin” (s. 115) sözlerini duyarız o kadar. Zaten onun Paris’e kaçışı da yönetime karşı olan muhalif tavrının aksine, “alelâde bir gençlik divaneliği yüzünden” (s. 137) değil midir? Paris’te bunca olup bitenden sonra, “Şimdiye kadar, kendi keyfimden, (bilgi yelpazesi.net) kendi fantaziyelerimden, kendi zevk ve heveslerimden başka neye tabi oldum. Buraya kaçışımın sebebi nedir? Sanki İzmir’de beni tazyik mi ediyorlardı? Bütün manâsıyla bir sürgün şartları içinde mi yaşıyordum? Haydi canım! Hep laf! Paris’i görmek hevesi; gezmek, eğlenmek arzusu, bir takım maceralara atılmak iştiyakları... Buna da, bir fikrî cila vermeğe çalışıyorum. Fakat işte, tutmuyor. Bu kadar ıstırap, sıkıntı hangi maksat, hangi yüksek emel yolunda? Hiç! Paris’te yaşamak ve orada bir Fransız kızına tutulmak için... ve bu yüzden bir aile batıyor. Bir hanüman sönüyor. ” (s. 309) sözleriyle açık bir özeleştiride bulunan Doktor Hikmet, Paris’in “cafe”lerinde Abdülhamit’in hastalığı ve iktidarını kaybetmek üzere olduğuyla ilgili dedikodularla yetinecektir.
Modernleşen Türkiye’nin XIX. yüzyıl ortalarından sonraki tarihi, yoğun siyasal tartışmalar ve bir o kadar da zengin entellektüel birikimlerle beslenen bir dönemdir. Değişimin simgesi Tanzimat, sosyal alanda yeni bir toplum tipi projesi tasarlarken yeni/modern edebiyatın da temel dinamiğidir. Yeni toplum projesini yönlendirenlerin aynı zamanda dönemin gazeteci/edebiyatçılarından oluşması edebiyatla siyaseti her zamankinden daha fazla iç içe sokmuştur. Osmanlı devletinde XIX. yüzyılın son çeyreğinde canlarını ödeyerek de olsa ilk kez meşrutiyet yönetimini sağlayarak Jön Türk hareketinin zemini oluşturan örgütlü muhalif grup Yeni Osmanlılar da dönemin şair ve yazarlarınca oluşturulan bir topluluktu. Jön Türk hareketi de aynı çizgide gelişmiştir denilebilir. Dönemin yazarları, olup biteni yılar sonra yazmak yerine olmakta olanı yaşayarak ve yazarak sosyal oluşuma katkıda bulunmuşlardır. Etkilendikleri toplumsal ortamı yazdıklarıyla etkilemiştir onlar. Bu bakımdan Türkiye’nin sosyal, siyasal tarihiyle ilgilenecek olanların edebiyat eserleriyle ilgilenmeleri, onlardan yararlanmaları kaçınılmazdır. Bu bağlamda değerlendirilmesi gereken Bir Sürgün romanı da yaşanılan dönemden sonra yazılmış olmakla beraber “bir dönemin nesli”ni anlatması bakımından önemlidir. Yeni bir bin yılın başlangıcında çağdaş bazı kavramların içini henüz dolduramayışımız, belki de Doktor Hikmet’in uçarılıklarında gizlidir.
Kitabın Ana Fikri:
Romanda insanların başlarına herzaman herşeyin gelebileceği konusu işlenmiştir. Arkadaşlıkların ve dostlukların çok önemli olduğu vurgulanmıştır. Ne oldum dememeli ne olucam demelidir.
Kitap Hakkında Şahsi Görüşler:
Kitapta gubete düşen birinin yaşayabileceği, geçinme kaygısı, yanlnızlık, gurbetlik acısı, memleket hasreti, ümitsizlik, ve eriyip mahvoluş gibi birçok duygu vurgulandırılmıştır. Bu açıdan kitabın kesinlikle okunması gerekir. Ben bu kitabı okurken bu duyguların tamamını hissettim.bütün arkadaşlarıma ve komutanlarıma bu kitabı okumalarını tavsiye ediyorum.
>>>TIKLAYIN<<<
“KİTAP ÖZETLERİ ”
SAYFASINI GÖRMEK İSTERSENİZ
>>>TIKLAYIN<<<
“EĞİTİM ÖĞRETİM İLE İLGİLİ BELGELER ” SAYFASINA GERİ DÖNMEK İÇİN
>>>TIKLAYIN<<<
EKLEMEK
İSTEDİKLERİNİZ VARSA AŞAĞIDAKİ "Yorum
Yaz"
kısmına ekleyebilirsiniz.
|