|
Eğitim Öğretim İle İlgili Yazılar, Çalışmalar, Belgeler > Şiir Koleksiyonu, Şiir Antolojisi > Mehmet Akif Ersoy’un Şiirlerinden Seçmeler, Safahat Şiirleri
ASIM ŞİİRİ (SAFAHAT ŞİİRLERİ) (MEHMET AKİF ERSOYUN ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER)
HOCAZADE: Merhum Hoca Tahir Efendi'nin oğlu.
KÖSE İMAM: Merhum Hoca Tahir Efendi'nin şakirdlerinden.
ASIM: Köse İmam'ın oğlu.
EMİN: Hocazade'nin oğlu.
– Vay Hocam! Vay gözümün nuru efendim, buyurun!
Hangi rüzgardır atan sizleri?.. Lütfen oturun.
Mütehassirdik efendim, ne inayet! Ne kerem!
Öpmedik affediniz
– Çok yaşa Lakin Veremem.
– Bütün İstanbul'un ağzında gezen elleriniz,
Bize naz etmese olmaz mı efendim? Veriniz.
– Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni!
Ayda, alemde bir olsun aramazsın Köse'ni.
Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de, ayol,
Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol.
Yoksa yaşlanmıya görsün, adamın hali yaman
Ne fena günlere kaldık, aman Allah'ım aman!
Nesl-i hazır denilen şey pek acaib bir şey:
Hoca rahmetliye bak, oğluna bak, hey gidi hey!..
– Amma tekdir ediyorsun, canım ilkin adamı
Bir selam ver bakalım, böyle selamsızdan mı?
– Selamun aleyküm.
– Aleyküm selam
Barıştık, yüzün gülsün artık, imam.
– Hele dur, öf kemi tekmilliyeyim
– Tekmille!
Zaten eksik bir o kalmıştı: Hudayi sille
– Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz
Gül biter aşk ile vurduk mu
– İnandım, caiz.
– Pek cılız çıktı bu caiz, demek imanın yok?
– Dayak amentüye girdiyse, benim karnım tok.
Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!
– Hele!
|
– Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,
Fark olunmazdı Kızanlık'taki güllüklerden!
Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden?
Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et.
– Söyle gelsin, hadi, zahmetse de
– Haşa, rahmet.
– Enfiyen var ya ?
– Tabi'i.
– Çekilir boydan mı?
– Burun aldatmaya kafi.
– Bu nedir? Cerman mı?
– Karışık.
– Neyse, zarurette pek a’la gidecek.
Hocazadem, bakalım, bir de bizimkinden çek.
– Yerli mahsulüne benzer mi desem?
– Kendisidir.
– Sen de tiryaki değilsin ya , pek a’la yetişir.
– Baban olsaydı da görseydi, işin vardı.
– Neyi?
– Çektiğin murdarı.
– Sevmezdi, evet, böyle şeyi.
– Neydi rahmetlide, lakin , o temizlik, vay vay!
Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdumu da
– Ay?
Şu babamdan nerem eksik, hadi, göster bakayım?
– Ama hiddetleneceksen ne suyum var, ne sayım?
Yok, eğer mum gibi dosdoğru cevab istersen:
Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen.
– Ne nezaketli beyan! Hey gidi mum, tıpkı odun!
– Böyle hiddetlenecektin, neye razi oldun?
– Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı.
Selamun aleyküm behey kör kadı!
Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdir ettin,
Yine az geldi
– Hayır, söylemedim, söylettin.,
– Başladın şimdi de tahkire Kızılmaz mı Hoca?
– Zübbelik yok!
– O ne? Ben zübbe miyim?
– Oldukça.
– Vakıa çok severim, her ne desen aldırmam;
Bu, fakat hazmolunur parça değil Pir ol İmam!
– Sen de pir ol.
– Ama kızdım.
– Ne tuhaf şeysin be:
Bir sözümden kızıyorsun.
– Kime derler zübbe?
– Sana derler.
– Niye?
– Hem benzemedin merhüma;
Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma,
O ne hiddet, o ne şiddet! Çalışıp benzesene!
İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene.
– Biz de az çok pala sürttük
– Sana cahil demedik,
Yalınız zübbe dedik Bak yine baktın dik dik.
Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden?
Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden?
İpek'in köylüsü, ünımi, yarı vahşi bir adam
– Bari yamyam de! Ne mani' ki, evet, ak yamyam!
– Dinle oğlum
– Ne nezahet bu, Hocam? Hayranım!
– Lafı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım
– Cümle bitseydi, eminim ki, dedem gitmişti
Dar yetiştim!
– Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi?
– Neyse bahsinde devam et bakalım
– İşte baban,
Bir şey öğrenmedi elbette o ünımi babadan.
Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi.
Zat-ı devletleri, lakin azıcık çöplendi.
Sen dua et babadan topladığın mirasa,
Hep onun hinımetidir üç satır ilmin varsa.
– Üç satır hem de, İlahi , ne tükenmez irfan!
– Hadi üç yüz satır olsun mütehanımilse kafan!
Hoca'nın ka'bına yükselmen için dağlar var.
– Tırmanırsam?
– Hadi tırman, bakalım, işte duvar.
– Göreceksin.
– Bu bacaklarla mı?
– Hay hay!
– Belli!
Yaşınız kaçtı paşam, elli mi?
– Yoktur elli.
– Aştınız kırkı ya ?
– Kırk altıyı bulduk.
– A’la
Yüzü bulsan, yine hala mı bu mektub, hala!
Arzı olmazsa hayatın ne çıkar tülünden?
Hani kırk altı yılın eldeki mahsulünden?
Hangi bir fende teali edebildin, evlat?
Hangi san'atte rüsuhun göze çarpar? Anlat!
Ulemadan mı sayıldın? Fukahadan mı?
– Hayır.
– Ya siyasi mi nesin? Kendine bir meslek ayır.
– Şairim.
– Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!
Bence dünyadaki işsizlerin en maskarası.
– Af edersin onu!
– İmkanı yok etmem, ne demek!
Şi're meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?
Ah , vaktiyle gelip bir danışaydın Köse'ne,
Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.
– Ama pek hırpaladın şi'ri
– Evet, hırpaladım:
Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,
Ben de tarih okudum; alemi az çok bilirim.
Şuara dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı güruh,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.
Dalkavukluktaki idmanları sermayeleri
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespayeleri.
Bu sıkılmazlara medh et! diye, mangır sunarak,
Ne erazil adam olmuş, oku tarihi de bak!
Edebiyyata edebsizliği onlar soktu,
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler Türk'e tasavvuf diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıdkı Dayı!
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab;
Kıble: Tezgah başı, meyhaneci oğlan: Mihrab.
Git o divan mı, ne karn'ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi Sandıkburnu!
Beni söyletme, neler var daha!
– Tekmilleyiver
Sade pek sövme ki, Peygamberimiz şi'ri sever.
– Vakıa inne mine'ş-şi'ri büyük bir ni'met;
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lakin , hikmet.
Ben ki Attar ile Sa'di'yi okur, hem severim;
Başka vadileri tutmuşlara ancak söverim.
Hem senin şi're müdafi' çıkışın ma'nasız:
Sana şair diyen, oğlum, seni gördüm yalnız:
Kimi mevlidci diyor
– Ah olabilsem, nerde!
Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.
– Kimi bid'atçi diyor Duyduğum en çok bunları
– Daha var mıydı, İmam?
– Var ya, unuttum: Baytar.
– Keşke baytarlık edeydim
– Yine et mümkünse.
– Yapamam.
– Belki yapardın be
– Unuttum, be Köse!
– Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lazımmış;
Beni dinler misin evlad? Yine kaabilse çalış:
Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar,
Bize insan hekiminden daha lazım baytar.
– Hele bir çek bakalım!
– Sen de bizimkinden çek.
– Hani çay gelmedi yahu?
– Ay, unuttuk, gerçek.
– Gitme, seslen yalınız, nerde Emin, yok mu?
–Emin!
Nerdesin? Baksana, çay demliyeceklerdi demin
– Demlemişler, baba.
– Sen gelsene, oğlum, buraya
El öperlerdi, unuttun mu?
– Hayır.
– Oldu mu ya ?
– Demin öptüm, baba
– Öptün mü, git öyleyse hadi.
Hele ya Rabbi şükür, çay da nihayet geldi.
Şeker istersen eğer bulduralım?
– Dört yüz mü?
– Aldığım yok, yaşasın İzmir'in a’la üzümü;
Hem ucuz, hem daha lezzetli.
– Çekirdeksiz de.
– Buyurun.
– Başla canım, var mı merasim bizde?
– Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay
İçelim aşkına rindan-ı Huda 'nın!
– Hay hay!
– Hoca, keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu?
– Onu Allah bilir amma, acaba var mı sonu?
– Ne demek! Na-mütenahi mi bu? Elbette biter;
Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter!
– Aklım ermezse de evlad, bu işin bitmesine,
İki şeyden biri lazım
– O nedir?
– Dinlesene:
İngiliz yok mu, o hain, ya doyup patlamalı;
Yahud aç kalmalıdır Yoksa bizim fal kapalı.
Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum beni sor:
Başımın derdi büyük, çaresi yok Olsa da zor.
– Çaresiz derd olamaz, söyle Hocam, dinliyorum?
– Bir değil
– Tut ki bin olmuş, ne demek, mecburum.
Sana hizmet, babamın ruhuna rahmettir, ayol.
– Hocazadem, bilirim hepsini, berhurdar ol.
Oğlanın halini evvelce mi açsam?.. Lakin,
Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin.
– Oğlanın hali nedir, söyle? Merak etmedeyim
– Hele dursun da o, ilkin şunu bir nakledeyim:
Mütekaaid paşalardan biri, üç beş sene var,
Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar.
Kimde az çok getirir bir satılık mal varsa,
Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev, dört arsa.
Herifin hali bidayette zararsızcaydı;
Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı.
Ne cema'atte, ne mescidde, bugün komşu paşa.
– Olağan şey, sofuluk çıkmadı, besbelli başa.
– Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı
– Aman!
– Ne aman dinledi, gittikçe, hovardam, ne zaman.
Saç sakal tuttu ne hikmetse acaib bir renk;
Kalafatlandı bıyıklar, iki batman, bir denk!
Çehre allıklı sabunlarla mücella her gün;
Fes yıkık, kelle çıkık, kaş yılışık, göz süzgün;
İğne, boncuk, yakalık, tasma, yular Hepsi tamam;
Koçyiğit sanki bunak!
– Sen de mi şairdin İmam?
– Kuşkulandım paşadan, gizlice gittim hanıma;
Dedim: Örtün de kızım, gel bakalım, gel yanıma.
Zevcinin tavrı acaibleşiyor zannederim,
Sen ne dersin buna bilmem, bana sor, bak ne derim:
İşçiniz, sofracınız var mı?
– Evet.
– Kim?
– Eleni.
– Şimdi sav.
– Hiç mi sebepsiz?
– A kızım, dinle beni:
Böyle şeylerde sebep, hikmet aranmaz Çabucak
Savabilmektedir iş Yoksa rezalet çıkacak:
Paşa azmış!
– Acaba üstüme gül koklar mı?
– Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı?
Beni söyletme kızım, git de hemen sav karıyı.
Çok zaman geçmedi, gördüm ki bizim soytarıyı,
Geliyor ilmühaber yaz diye, neymiş bakalım?
– Bir izinname.
– İzinname mi? Hay hay, lazım
Evlenen hangisi? Beyler mi, kerimen mi, paşa?
– Onların vakti değil.
– Kim ya ?
– Benim.
– Sen mi? Yaşa!
Tam da vaktin, hani gün geçmeye gelmez, davran!
– Hoca, eğlenme hemen yazmana bak, işte paran!
– Ay o murdar kağıdın pek mi büyük hatırı ki,
Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir.. iki?..
Kaç paran varsa büküp katla da indir cebine,
Yazamam nafile.
– Elbet yazacaksın, sana ne?
– Hiç adam haline bakmaz mı be? İnsaf azıcık! .
– Çok şükür halime. Nem var? Yüzüm ak, alnım açık.
İyi bak sen bana bir kerre!
– Hayır, kendin bak;
– Bence bir kellen açık, bir de sakal diplerin ak.
– Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan sana ne?
– Ne mi? Ondan beleş eğlence mi var seyredene?
Gülüyor kahvede el, çarşıda bakkal, çakkal;
Olma beyhude, ağızlardaki bir parmak bal ;
Çatlasan Sofracı Rumdan karı olmaz adama.
– Kim haber verdi bileydim?..
– Ne bunak şeysin ama!
Kim haber verdi, nedir? Sormaya var mıydı lüzum?
Yediğin herzeyi kör gördü, sağır duydu kuzum.
Söyletir çarçabuk. İnsan, meğer olsun pek alık,
Boşboğaz şey, o senin yosma sakal, hasba kılık!
– Artık elverdi İmam, kellemi kızdırma da yaz.
– Bana bak: Hiçbir imam böyle rezalet yazamaz.
– Ay, rezalet de diyor sünnete!
– Sünnet mi?
– Ya ne?
– Öyle şey yok
– Ne demek!
– Dinle, be hey divane:
Öyle sünnet denemez, her zaman, evlenmek için;
Vakt olur, sünneti geç, vacib olur erkek için;
Vakt olur, sünnet olur.
– Söylediğim çıktı, tamam!
– Vakt olur, bir de bakarsın ki, olur böyle: Haram.
– Kimseden dinlememiştim bu senin fetvayı
Ne tuhaf!
– Sende tuhaflık, kısa kes da'vayı.
Çoluğun var, çocuğun var, haremin namuslu;
Yaşın altmış beşi bulmuş, otur artık uslu.
Neren eksik, be adam, böyle ne var çıldıracak?
Karı derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak.
– O nasıl söz? Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum.
– Hiç o seksen kapı gezmiş, o kaşarlanmış Rum,
Sofracıyken seni koymuş da bu canım kılığa,
Hanımım derse, dökülmez mi ki fındıkçılığa?
Karı kıvrak, paşa hazretleri, şallak mallak;
Biri hakkıyle edepsiz, biri şartınca salak;
Evelallah döneceksin çabucak maskaraya;
Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya!
Artık evler gidiyor cilveyi kırdıkça madam
Oynasın kumda çocuklar!
– Ne vazifen be adam?
Avukattan da beter, ay ne kadar herze-vekil!
– Defol ordan!
– Haydi yaz kağdımı!
– Yazmam be, çekil!
– Yazacaksın!
– Yıkıl ordan, sana yok ilmühaber;
Meğer emretmeli rü'yama girip Peygamber.
– Yazma sittin sene, pampin, yap elinden geleni;
Yedi gün sonra duyarsın: Hanım olmuş Eleni!
– Hocazadem, sözü çıksın da nihayet herifin,
Bana kah kah diye gülsün mü? Nasılmış keyfin!
– Akdi kim yaptı?
– Açıkgöz mü ararsın ki? Dolu
Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu.
O değil, şimdi asıl çattı belanın büyüğü:
Haber aldım, karı kandırmış o sersem hödüğü,
Alıyormuş bütün emlakini.
– Gerçek mi?
– Evet.
Buna bir çare düşün, gitmesin evler, kerem et.
O çocuklar ne olur sonra?
– Perişan. Ya hanım?
– O da rahmetli anamdan daha safmış be canım!
Söyledim söyledim aldırmadı vurdum duymaz!
Sonra mel'un karı kurnaz mı, hakikat kurnaz;
Herif eşşek mi dedin, eşhedü-bi'llah eşşek;
Ağzı karnındaki uçkur düğümünden gevşek!
Bir kırıtsın, iki dil döksün o fettan kahbe!
Çare yok, salyası sarkıp diyecek: Verdim be!
Hanım akşam, bize gelmişti namazdan sonra
Yolda biçare şaşırmış, hadi girmiş çamura.
Ne kıyafet, ne hazin manzara, görsen yavrum!
Kendi ağlar, kızı ağlar Ne deyim, bilmiyorum.
Ciğerim sızladı baktım da, fakat faide ne?
Kaderin cilvesi, kurban olayım halledene!
Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak;
Yüreğin hisli mi, işkencedesin, tali’e bak!
Şimdi, oğlum, herifin hacrine bir çare!
– Kolay.
– Süfehadan sayabilsek?
– Sayacaksın, hay hay.
Bir adam malını israf ile etmişse heder,
Ona hükkam-ı şeriat süfehadandır der.
Sade-dil, ebleh olup, kar ederim, vehmiyle,
Ahz ü i'taya çıkıp aldanan eşhasa bile,
Süfeha namını vermekte, evet, şer'-i şerif.
Gelelim mes'elenin halline: Madem bu herif,
Kendi infakına muhtaç olan evladlarının,
Cümlesinden geçerek, derdine bir pis karının,
Heder etmekte bütün malini Elbet ya bunak;
Yahud aldanmaya gayetle müsaid avanak.
İki surette de hakim bunu hacretse, eder.
Şimdi lazım gelen ancak size bir ilmühaber.
İhtiyar hey'eti, muhtar, hepiniz toplanınız;
Yazınız çarçabuk Etraflıca olsun yalınız;
Sonra, hiç beklemeden gönderiniz mahkemeye.
– İş mühim Korkarım etraflı yazılmazsa diye,
Şunu sen yazsana oğlum?
– Bakarız dur da biraz
Daha a’lası mı: Ben söyliyeyim, kendin yaz
İmam üslubuna uydurması artık senden!
Hadi bir Besmele çek, başlıyalım istersen.
Hele ilkin takıver gözlüğü.
– Hay hay, takayım;
Yalınız, sen bana bir parça kağat ver bakayım.
– Hokka ister mi?
– Divit var ya.
– Peki, işte kağat.
Evvela ortaya bir Hu mu atarlar? Hadi at,
Başla: Badi-i
– Evet, İlmühaber oldur ki
– Mahallemizde çabuk yaz!
– Şaşırmayım, dur ki!
– Filan sokakta
– Yavaş söyle, oldu.
– Kain olan
Filanca hanede sakin filanca oğlu filan
Düşünme! Her ne kadar
– Oldu, söyle sen
– Ma'tüh
– Peki.
– Değilse de
– Lakin , kalem kırıldı be, tüh!
– Öbür kalemle yaz artık, ne makta’ var, ne çakı.
İaşesiyle bitirdin mi?
– Söyle.
– İnfakı
Tamamen üstüne aid ve Haydi! Efradı
Kesir
– Evet, azıcık dur
– İyal ü evladı
– Peki.
– Bulunduğu
– Dur dur!
– Yoruldun anlaşılan?
– Yorulmadım, hadi sen
– Halde uhdesinde olan
Yazıldı, bitti mi? Bilcümle mal ü mülkü
– Evet!
– Ahiren aldığı Yazdın mı?.. Durma şimdi.
– Fakat.
– Ne var ki?
– Aldığı kafi mi? İstemez mi nikah?
– O halde şöyle yazarsın: Ahiren istinkah
– Bu oldu.
– Ettiği Kız neydi?
– Söyledik ya kuzum,
İşitmedin mi demin?
– Haklısın, devam et: Rum
Cema'atinden efendim filanenin yazıver.
– Yazıldı.
– Üstüne etmek
– Edeydi keşke!
– Diler.
Ve böyle malini beyhude yolda imhaya
Kıyam eder
– Yavaş ol! Koş diyen de olmadı ya!
– Ve arz edildiği vech üzre emr-i infakı
Ne i'tina bu! Yesari misin, nesin?
– Tıpkı?
– Yazındı: Kendine mahsus ve münhasır bulunan
Adam, cızıktırıver, bakma hüsn-i hatta, filan.
Küçük, büyük bütün evladlarıyle zevcesini
Yazıldı bitti ya?
– Sabret, düzelteyim şu sini
Düzeldi.
– Yaz bakalım: Her cihetçe pek mahrum
Ve ihtiyaç
– Evet, oğlum, yazıldı, bekliyorum.
– İçinde ölmeye mahkum
– Eder mi?
– Yok bırakır
– Yazıldı.
– Olmağın
– A’la!
– Fena mı yoksa?
– Hayır,
Fena olur mu ya?
– Mumaileyhin
– İşte bu çok!
– Ne çare! Şer'-i şerif canibinden oldu mu?
– Yok
Biraz yavaşça.
– Peki Haydi, şimdi bağlayıver:
Lüzum-ı hacrine dair yaz İşbu ilmühaber,
Mahallemizce mi dersin? Dedinse bi't-tanzim
Huzur-i hakim-i şer'iye sec'i bas: Takdim.
Kılındı.
– Aferin, oğlum, imam da böyle yazar.
– Onu bilmem, şu bitirdik ya nihayet zor zar.
– Acaba hacri muvafık görecekler mi ki?
– Eyy
Hakimin re'yine, vicdanına kalmış bir şey.
Sen de gör kendini bir kerre.
– Peki, evladım,
Göreyim Başka ne yapsam ki, şaşırdım kaldım.
Bittim artık, bilemezsin ne kadar bittiğimi.
Ah görsem şu cihandan yıkılıp gittiğimi!
Ne gebermez, ne kütük bünye ki, hiç kağşamamış!
Bunu Rabbim, bana sağlık diye nerden yamamış?
İstemem, kendinin olsun!
– Ne diyorsun? Hele bak!
– Bırak oğlum, azıcık derdini döksün şu bunak..
Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol, ne de yar;
Ararım göçmek için başka zemin, başka diyar,
Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer;
Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder?
Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün;
Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün.
Seneler var ki harab olmadığım gün bilmem;
Gezerim abdala çıkmış gibi sersem sersem.
Dikilir karşıma hep görmediğim bilmediğim;
Sorarım kendime: Gurbette mi, hayrette miyim?
Yoklarım taşları, toprakları: İzler kan izi;
Yurdumun kan kusuyor mosmor uzanmış denizi!
Tüter üç beş baca kalmış O da seyrek seyrek
Aşina bir yuva olsun seçebilsem, diyerek
Bakınırken duyarım gözlerimin yandığını:
Sarar afakımı binlerle sıcak kül yığını.
Ne o gömgök dereler var, ne o zümrüt dağlar;
Ne o çıldırmış ekinler, ne o coşkun bağlar.
Şimdi kızgın günün altında pinekler, bekler,
Sade yalçın kayalar, sade ıpıssız çöller.
Yurdu baştanbaşa viraneye dönmüş Türk'ün;
Dünkü şen şatır ocaklar yatıyor yerde bugün.
Gündüz insan sesi duymaz, gece görmez bir ışık,
Yolcu haykırsa da baykuş gibi, çığlık çığlık.
Bu diyarın hani sahipleri? dersin; cinler,
Hani sahipleri?.. der, karşıki dağdan bu sefer!
Nerde Ertuğrul'u koynunda büyütmüş obalar?
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selim?
Ah, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elim!
Hani cündileri, şahin gibi, ceylan kovalar,
Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar?
Hani tarihi soruldukça, mefahir söyler,
Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?
Hani orman gibi afakı deşen mızraklar?
Hani atlar gibi sahrayı eşen kısraklar?
Hani ay parçası kızlar ki koşar oynardı?
Hani dağ parçası milyonla bahadır vardı?
Bugün artık biri yok Hepsi masal, hepsi yalan!
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.
– Sorma, Kartal'da idim ben de bu çarşamba günü.
Dediler: Kurna'da dünden beri var köy düğünü;
Hoşlanırsan, hadi, olmaz mı?.. Pekala, gideriz;
Hem biraz kır görürüz, hem de güreş seyrederiz.
Keşke, gitmem demiş olsaydım İlahi , o ne hal,
O nasıl maskara dernekti ki ta'rifi muhal.
Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra.
Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra.
Bet beniz sapsarı biçarelerin hepsinde;
Ne olur bir kişi olsun görebilsem zinde!
Şiş karın sıska çocuklar gibi, kollar sarkık;
Arka yusyumru, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık.
Gözlerin busbulanık rengi, kapaklar şiş şiş;
Yüz buruşmuş, uzamış, cebhe daralmış, gitmiş.
Gezecek yerde o avare nazarlar dalıyor;
Serilip düştü mü bir noktaya, kaldırması zor!
Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk'ün,
Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün.
Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek;
Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek.
Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış;
Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış.
Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu!
Bense İslam'ın o gürbüz, o civan unsurunu,
Kocamaz, derdim, asırlarca, sorulsaydı eğer,
Ne çabuk elden, ayaktan düşecekmiş o meğer!..
Neyse, değnekçi gelip: Meydan açılsın, savulun!
Der demez, başladı kalbi sesi yırtık davulun.
Güm güm ötmek ne gezer! Tık nefes olmuş kasnak:
Göğsü tokmak gibi küt! küt! vuruyor hışlıyarak.
Zurna hımhım mı nedir, söylemiyor bir türlü;
Üfleyen çingenenin rengi mezar, kendi ölü.
Güneş oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak;
Hele bir gölge bulup altıma çektim çabucak.
Tam demiştim: Azıcık yaslanayım, dinleneyim
Biri tıksırdı ta ensemde Acaib, bu da kim?
Ne göreydim Kelebek tarlası olmuş da içi,
Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi!
Ama bak, aklıma gelmezse de hürmet talebi;
O kadar fazla samimiyyeti sevmem, çelebi;
Sakalından çekerim, sonra, karışmam Hadi git!
Nerde! Aldırmadı Sordum, baş ödülmüş bu yiğit!..
Hele sen geç yiğidim, geç bakalım, başka ne var?
Bir çelimsiz sopa, boynunda üç arşın astar.
Pehlivanlar hani? derken, söküvermez mi, Hocam,
Birbirinden daha biçare sekiz çıplak adam?
Ah o soygunluğu rü'yada gören korkardı:
Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı!
Bir delik torbaya girmiş kimi, kıspet yerine;
Çekivermiş kimi, bir lime çuval dizlerine.
Kiminin, giydiği çakşır, kiminin bez şalvar;
Kiminin, uçkuru boynundan asılmış, donu var.
Acaba yağ sürünürler mi desem, yağ nerede?
Bereket versin onun ma'deni varmış derede;
Sağ omuzlarda birer, başları kertikli, ağaç,
Kadın, erkek, suyu aktarmada bakraç bakraç.
Sonra, nerdense gelip yağlanınız haydi! sesi,
Çöktü meydanda duran kaplara artık hepsi.
Palaz ördek gibi, bandıkça avuçlar bandı;
Meşin ıslar gibi, kavruk deriler ıslandı.
Bu merasim de bitip, başlıyacak dendi güreş,
Çarpınıp çırpınarak çıktı nihayet iki eş.
Daha ilk elde boşansın mı alınlardan ter,
O göğüsler sana ötsün mü körükten de beter?
Baktım: Altından o bir çifte perişan bağrın,
Soluganlar gibi kalkıp iniyor çifte karın!
Sonradan dizlere bir titremedir çökmüştü;
Hele çok sürmiyerek dördü de cansız düştü.
İki biçare serilmiş, yatıyorken yerde,
Kalkın artık! dediler, lakin o derman nerde!
Güreşin böylesi hiç görmediğim bir şeydi;
Orta, baş, hepsi de bunlar gibi avareydi.
Karşıdan tentesinin nısfı hasır, nısfı aba,
Bir tekerlekleri alçak, yana yatmış araba;
Yerliden az kaba, Maltız keçisinden çok ufak,
İki mahzun öküzün seyrine münkaad olarak;
Ne yanık mersiyeler söyletiyor dingiline!
Bunu gördüm, acımak geldi içimden geline:
Sana baksın da kızım, bahtın utansın Ne deyim?
O, senin, kimdi, bugün nerde yatar, bilmediğim,
Ninenin ruhuna aguş açıyorken melekut,
Tertemiz na'şını gufran gibi örten tabut,
Şu gelinlik arabandan daha şahaneydi.
Geçti rü'ya gibi, Allah'ım, o günler neydi!
Şu bayırlarda -ki vaktiyle bütün bağlardı-
Sesi dünyayı tutan bir bereket çağlardı.
Ya şu vadi ki çırılçıplak uzanmış, bitab,
Hiç yazın böyle fezasında tüter miydi serab?
Şimdi afaka alev püskürüyor her çatlak,
Yarılıp hasta dudaklar gibi, yer yer, toprak.
– Deşme, oğlum, yaradır, hem de yürekler yarası.
– Neydi, ya Rabbi, otuz kırk sene evvel burası?
Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla;
Koca mer'a dolu baştan başa sağmallarla.
İğne atsan yere düşmez: O ekin bir tufan;
Atlı girsen gömülür buğdayın altında kafan.
Köylünün kırları tutmuş, yayılırken davarı,
Sökemezsin, sarar afakını yün dalgaları!
Dolaşır sal gibi göllerde hesabsız manda,
Fil sanırsın, hani, bir çıksa da görsen karada.
Geniş alnıyle yarar otları binlerce öküz,
Besiden her birinin sırtı, bakarsın, dümdüz.
Ne de ıslak patı burnundaki mosmor meneviş!
Hadi gelsin bakalım damların altında geviş.
Diz çöker buldu mu yaslanmaya kafi meydan;
Sürünür toprağın üstünde o kat kat gerdan.
Çifte gözler süzülür, tek çene durmaz çiğner;
İki yandan yere şeffaf iki ipliktir iner.
Bunların ağdalanır, maç maç öterken sakızı,
Öteden bir sürü gürbüz, demevi köylü kızı,
Tarayıp hepsini evlad gibi, bir bir kınalar.
Tepeden kuyruğu dikmiş, inedursun danalar,
Dalar etrafa köyün damgalı yüzlerce tayı;
İnletir at sesi, kısrak sesi gömgök ovayı.
Gündüzün kimse görünmez: Kadın erkek çalışır;
Varsa meydanda gezen tostopaç oğlanlardır.
Akşam olmaz mı, fakat, toplar ahaliyi ezan,
Son cema'at yeri, hatta, adam almaz ba'zan.
Güneş afaka henüz arz-ı veda etmişken,
Yükselir Ka'be'ye doğrulmuş alınlar yerden.
Önce bir dalgalanır, sonra eder hepsi karar;
Örülür enli omuzlarla birer canlı hisar.
Bu yaman safların ahengi hakikat müdhiş:
Sanki yalçın kayalar yanyana perçinlenmiş,
Öyle bir cebhe kesilmiş ki: Müselsel iman,
Hangi imana dokunsan taşacak itminan.
Ah o yekparelik eyyamı hayal oldu bugün;
Milletin halini gör, sonra da maziyi düşün.
Kim bu yalçın kayalar sarsılacaktır derdi?
Öyle sarsıldı ki edvara tezelzül verdi!
Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlakı bitik;
Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.
Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri;
Nerde evvelki refahın acaba onda biri?
Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi icra ister;
Bir kalem borca bedel faizi defter defter!
Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak
Verilen tohmu da inkar edecek, öyle çorak,
Bire dört aldığı yıl köylü, emin ol, kudurur:
Har vurur bitmiyecekmiş gibi, harman savurur.
Uğramaz, gün kavuşur, çiftine yahud evine;
Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine.
Muhtasar, gayr-ı müfid ilmi kadardır dini;
Ne evamir, ne nevahi, seçemez hiçbirini.
Namazın semtine bayramları uğrar sade;
Hiç su görmez yüzünün düşmanıdır seccade.
Hani, üç beş kişiden fazla musalli arama;
Mescid ambarlık eder, başka ne yapsın, imama!
Okumak bahsini geç Çünkü o defter kapalı,
Bir redif zabiti mektepleri debboy yapalı.
Sıtma, fuhş, içki, kumar türlü fecayi' salgın
Sonra söylenmiyecek şekli de var hastalığın.
Bir taraftan bulanır levse hesapsız namus;
Bir taraftan serilir toprağa milyonla nüfus.
Hadi aldırmıyalım yükseledursun vefiyat,
Nerde noksanı telafi edecek taze hayat?
Evlenip aile teşkili bugün zor geliyor;
Görüyorsun ya nikahlar ne kadar seyreliyor!
Eskiden zurnalar öttükçe feza inlerdi;
O ne dehşetli düğünler, o ne derneklerdi!
Kurulur meydana harman gibi kırk elli sini,
Tablalar yığmaya başlar koyunun beşlisini.
Ense kat kat taşıp etrafa dökülmüş yakadan;
Göğsün eb'adı kabardıkça gerilmiş camadan;
Başta abani sarık, tende hilali gömlek;
Belde Lahar şalı, üstünde o som sırma yelek;
Dizde kaytan çevirilmiş çuhadan sıkma potur;
Amcalar, lök gibi, bağdaş kurarak halka olur.
Sofranın halesi şeklinde duran, kutru geniş,
Boyu çepçevre kılaptanla zarif işlenmiş,
Eni az peşkiri herkes götürür dizlerine.
Çorbadan sonra etin türlüsü kalkıp, yerine,
Hamurun türlüsü devlet gibi kondukça konar.
Sekiz on yerde güğümler mütemadi kaynar.
Taze şerbet sunulur taze kesilmiş karla;
Buzlu ayransa döner ortada bakraçlarla.
Öğle olmaz mı, cema'atle kılarlar namazı.
Güreşin gümler o esnada mehib incesazı:
Oturur beşli davullar yere, şişman şişman,
Perde göstermeye başlar kabalardan, o zaman,
Öyle inler ki zemin: Kalb-i feza küt! küt! atar;
Zurnanın tizleri, dersen, yedi iklimi tutar!
Şimdi, hayvanlı, yayan, kız, kadın, oğlan, erkek;
Kuşatır ip çekilen meydanı yüzlerce öbek.
Bir taraftan da iner na-mütenahi araba
İner amma o kadar süslü ki dersin: Acaba,
Şu beyaz tenteler altında birer hacle mi var?
Çekilir derken ödüller: Sekiz on seçme davar;
İki baş manda, birer tay, dana, top top dokuma
Hele peşkir gibi peşkeşleri artık sorma.
Yağ kazanlarla durur, tartısı yok, ölçüsü hiç;
Hani ister sürün, ister dökün, istersen iç!
Bunların hepsi biter, bir heyecandır belirir;
Ne temaşadır o, titrer durur insan tir tir.
Birbirinden daha mevzun iki üç çift endam,
Atılıp sahneye şahin gibi etmez mi hıram;
Ses, soluk çıkmaz olur, herkesi ürperme alır;
O geniş yer de nefeslerle beraber daralır,
Çünkü meydanda değil, seyre bakanlarda bile,
Asım'ın dengi heyakil seçilir yüzlerle.
Şimdi, sağ kolda, gümüş kaplı birer bazu-bend,
Boynu muskayla donanmış, o yarım deste levend,
Önce peşrev yaparak, sonra tutuşmazlar mı,
Güreş artık kızışır, hasmını tartar hasmı.
Uzanır şimdi göğüsler, kavuşur; şimdi, yine
Dalga çarpar gibi çarpar gerilip birbirine.
Kimi tek çapraza girmiş, mütemadi sürüyor;
Kimi şirazeyi tartıp alıvermiş, yürüyor.
Kimi sarmayla çevirsem diye sardıkça sarar;
Kimi kılçık düşünür, atmak için fırsat arar.
Adali gövdeler altında o biçare çayır,
Serilir toprağa, hem bir daha kalkar mı? Hayır!
Bu, elenseyle düşürmüş de hemen çullanıyor;
O da kurtulmak için türlü oyun kullanıyor.
Kimi almış paça kasnak, o açar, hasmı döner;
Kimi kündeyle giderken topuk eller de yener.
Kimi cür'etli olur çifte dalar, hem de kapar; .
Kimi baskın çıkarak kazkanadından çarpar.
Seyreden halkı da bir gör: O ne candan hizmet;
O ne rikkatli adamlar, o ne ma’sum ümmet !
Yarılan başları çevreyle boğanlar mı dedin
Göz silenler mi dedin, incik oğanlar mı dedin
Yağ süren başka, saran başka, çözenler başka;
Su veren başka, güğümlerle gezenler başka.
Şan, şeref duygusu millette nasıl yüksekse,
Merhamet hissi de öyleydi, değil miydi Köse?
Ne o? Bir şey demedin
– Geçmişe mazi derler!
– Doğru, lakin
– Bırak, oğlum, gelecekten ne haber?
– Onu Allah bilir ancak.
– Azıcık kul da bilir.
– Bilemez, çünkü görünmez.
– İyi amma sezilir:
Oruç sıcaklara gelmiş, Kır Ağsı bakmış ki:
Sabahlar akşam olur şey değil, bu, tiryaki;
Bütün gün esnemeden, hiddet etmeden bıkmış;
Al atla bağdaşarak ya sefer! demiş çıkmış.
Takım rahat, pala uygun, gaza mübarek ola:
Tavuklu, hindili köylerde haftalarca mola.
Refiki arpayı bulmuş, keser, ferih ü fahur;
Bu dört öğün yiyip ister sonunda bir de sahur!
Bedava sofraya düştün mü, hoş geçer Ramazan;
Misafirim diye insan mukim olur ba'zan.
Nasılsa bir gece bir düş görür bizim yolcu;
Sabahı bekliyemez, yok ya hainin orucu;
Uyandırır ne kadar köylü varsa, der: Çabucak,
Gidin bulun bana bir şöyle zorlu düş yoracak.
Çarıkçı Emmi'yi sağlık verir cema'at de,
– Fakat sahurda yatar, kalkamaz bu sa'atte.
Biraz sabırlı olun
– Şimdi isterim, gelecek:
Ben öyle bekliyemem, kalkamaz demek ne demek?
Çarıkçı Emmi gelen halkı uğratır kapıdan.
İkinci defa gelirler:
– Ocağna düştük, aman,
Herif laf anlamıyor, gel de sonra yat, haydi!
– Sabah sabah bu ne düştür be? Görmez olsaydı!
Henüz yatağma uzandım Bakındı aksiliğe
Gebermediydi ya !
–Sen git de söz geçir deliye!
Ne söylesen kızıyor Hak şaşırtmasın kulunu.
Adamcağız çıkar evden, tutar köyün yolunu,
Ki uyku sersemi tak der zavallının canına;
Düşer gelince nihayet Kır Ağsının yanına.
– Aman be emmi!
– Ne var?
– Düş yorar mısın?
– Be adam,
Biraz nefesleneyim, dur ki, yorgunum
– Duramam.
– Neden?
– Fenama gider beklemek de
– Vah! Vah! Vah!
– Bilir misin ki ne gördüm
– Hayırdır inşallah!
– Yemek yiyip yatıverdim, tamam yarıydı gece,
Bir öyle hayvana bindim ki, seçmedim iyice.
– Peki, o bindiğin at mıydı, anlasak, neydi?
– Bilir miyim? Yalınız dört ayaklı bir şeydi
Katır mı desem? Eşek mi desem?
Öküz mü desem? İnek mi desem?
Al at mı desem? İdiç mi desem?
Koyun mu desem? Çepiç mi desem?
– Güzel!
– Biraz yürüdük
– Geçtiğin nasıl yerdi?
– Nasıl mı yerdi?.. Unuttum, görür müsün derdi?
Yokuş mu desem? İniş mi desem?
Uzun mu desem? Geniş mi desem?
Çorak mı desem? Çayır mı desem?
Sulak mı desem? Hayır mı desem?
– Tamam! İlerde ne gördün?
– İlerde bir kocaman
Karaltı vardı
– Peki, ismi yok mu?
– Bilmem aman!
Ağaç mı desem? Kütük mü desem?
Duvar mı desem? Höyük mü desem?
Ağıl mı desem? Hamam mı desem?
Yıkık mı desem? Tamam mı desem?
– Ya sonra?
– Karşıma, baktım, dikildi
– Kim?
– Bir adam.
– Tanıştınız mı?
– O, bilmem tanır mı, ben tanımam.
Babam mı desem? Kızım mı desem?
Hasım mı desem? Hısım mı desem?
Çıfıt mı desem? Gavur mu desem?
Şudur mu desem? Budur mu desem?..
– Uzatma, sen buluyorsun belanı Allah'tan
Bu: Elde bir; yalınız pek seçilmiyor ne zaman
Bugün mü desem? Yarın mı desem?
Uzak mı desem? Yakın mı desem?
Yazın mı desem? Güzün mü desem?
Güzün mü desem? Yazın mı desem?..
– Ne kadar doğru! Hocam, hayra yorulmaz bu gidiş.
– Sen o rü'yaya hakikat deyiver, tam bizim iş.
Herifin halini gördün ya , bugün millet de,
Aynı meslekte, o fıtratte, o mahiyyette.
Tanımaz bindiği mahluku, sürer kör körüne;
Tanımaz gittiği yer hangi taraf, gördüğü ne?
Fikri yok, duygusu yok, sanki yürür bir kötürüm;
Bu da sağlıksa eğer bence müreccahtır, ölüm.
Üç beyinsiz kafanın sevkine şaşkın gibi ram;
Kırbaç altında bütün gün, ne tezallüm, ne kıyam.
Tuttun, oğlum, bana mazileri tasvir ettin;
Köylünün halini bilmez, diyerek dinlettin.
Hasta meydanda, tedaviye de cidden muhtaç;
Yalınız görmeliyim nerde hekim? Nerde ilaç?
Nesl-i hazır ki sarık gördü mü, terzil ediyor,
Defol ıskatçı diyor, çerçi diyor, leşçi diyor
Hocazadem, ne sülükmüş o meğer vay canına!
Diş bilermiş senelerden beri Türk'ün kanına.
Emiyor fırsatı bulmuş yapışıp, hem ne emiş!
Kene bir şey mi aceb, ah o ne doymaz şey imiş!
Ne o kızdın mı?
– Hayır, anlarım amma keneyi,
Sağdınız siz de asırlarca o sağmal ineği.
– Hakkımızdır sağarız: Kahrını çektik o kadar,
Besledik
– Ya?
– Ne demek?
– Beslediniz, hakkın var!
Hanginiz bir tutam ot verdi, bırak beslemeyi?
– Yok mudur medresenin köylüde olsun emeği?
– Mektebin, belki Fakat medresenin, hiç ummam.
– Kızarım ha!
– O senin hakk-ı sarihindir imam.
– Halka yol gösterecek bir kılavuz var: Ulema.
Kalanın hepsi de boş.
– Boştur, efendim, amma
– Neymiş amması, beyim?
– Yok, şu sizin medreseler,
Asrın icabına uymakta inad etmeseler
– Gidin ıslah edin öyleyse!
– Hakikat, lazım.
– Fıkra gelsin mi ne dersin?
– Hadi, gelsin bakalım.
– Son zamanlarda hükumet, şımarık bir deliyi,
Götürür bir yere vali diye bağlar.
– Ne iyi!
– Herifin ilk işi Tekmil hocalar gelsin! der.
Ki tabi’i bu adamlar da icabetle gider.
Önce tebrik ile takdim için az çok durulur;
Sonra meclis denilir, bir koca divan kurulur.
Şimdi kürsiye abansın da senin Vali Bey,
Nutka gelsin mi adam zannederek kendini?
– Eyy?
Ne demiş?
– Yok, ne geğirmiş diye sor! Ma'nasız
Bir yığın rabıta müştakı perakende lafız,
Bir etek yave saçar, bir sürü cinnet savurur;
Bu da yetmez gibi peştahtaya üç kerre vurur.
Der ki: Yirminci asır, fenlere zihniyyetler
Verebilmekle tebellür ve tefahürler eder.
Vakıa halet-i ruhiyyesi var akvamın ;
Bu prensiple, fakat, ma'şeri pek i'zamın,
Belki ferdiyyeti sarsar biraz aksü'l-ameli
Sade şe'niyyet-i a'sarı durup dinlemeli.
İctihadi galeyanlar da mühimdir ya, asıl,
İktisadi cereyanlardır olan müstahsil.
Bunu te'min edemezlerse nihayet hocalar,
İskolastikle sanayi' yola gelmez, bocalar.
İlk adımdır atacaktır bunu elbette ilim;
Parprensip, gelin, ıslah-ı medaris diyelim.
– Parprensip mi? Bayıldım be!
– Fransızcama mı?
Ya heriften de mi eşşek sanıyordun İmamı?
– Birden eşşek deme, biçare henüz müsvedde
Ne yetişkinleri var, dursun o sağlam şedde.
– Hangi müsvedde? Ne müsveddesi? Bir bilmece ki
– Merkebin
– Ey?
– Mütekamil soyu olmaz mı?
– Peki?
– İşte hilkatten o surette çıkarken beyazı;
Böyle birdenbire müsvedde de fırlar ba'zı!
Neyse geç fıkraya.
– Nerdeydik? Evet, şimdi, nutuk
Biter amma yayılır meclise bir durgunluk.
– Çünkü imlaya gelir herze değil duyduğu şey!
– Sonra kalkar hocalardan biri, der:
– Vali Bey,
Şu hitabeyle tavanlardan uçan efkarı
Tutamazlarsa küçük görmeyiniz huzzarı. :
Siz ki yirminci asırlardasınız, baksanıza,
Bizim on dördüne dün basmış olan asrımıza!
Altı yüz yıl mı, evet, tam o kadar lazım ki,
Kaabil olsun o büyük nutkunuzun idraki.
Sade ıslah-ı medaris mi ne, bir şey dediniz
Onu anlar gibi olduksa da izah ediniz:
Acaba hangi zaruret sizi sevketti buna?
Ya fesad olmalı meydanda ki ıslah oluna.
Bunu bir kerre kabul eylemeyiz, reddederiz.
Sonra, biçare medaris o kadar sahibsiz,
O kadar baştan atılmış da o haliyle yine,
Düşüyor, kalkıyor amma gidiyor hizmetine.
Halkın irşadı mıdır maksad-ı te'sisi? Tamam:
Şehre müfti veriyor, minbere, mihraba imam.
Hutabanız oradandır, oradan vaiziniz;
Oradandır hocanız, kayyiminiz, hafızınız.
Adli tevzi' edecek hakime fıkh öğreten o;
Hele köy köy dolaşıp köylüyü insan eden o.
Şimdi bir mes'ele var arz edecek, çünkü değer:
Bunların hepsine az çok yetişen medreseler,
Bir zaman müftekir olmuş mu aceb harice?
Yok. İyi amma, a beyim, şöyle bakınsak, bir çok,
Bir alay mekteb-i ali denilen yerler var;
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.
Şu ne? Mülkiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne?
O mu? Baytar. Bu? Zira'at. Şu? Mühendishane.
Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!
İşimiz düştü mü tersaneye, yahud denize,
Mutlakaa, adetimizdir, koşarız İngiliz'e.
Bir yıkık köprü için Belçika'dan kalfa gelir;
Hekimin hazıkı bilmem nereden celbedilir.
Mesela büdce hesabatını yoktur çıkaran
Hadi maliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.
Hani tezgahlarınız nerde? Sanayi' nerde?
Ya Brüksel'de, ya Berlin'de, ya Mançester'de!
Biz ne müfti, ne imam istemişiz Avrupa'dan;
Ne de ukbada şefa'at dileriz Rimpapa'dan.
Siz gidin bunları ıslaha bakın peyderpey;
Hocadan, medreseden vazgeçiniz, Vali Bey!
Ne dedin fıkrama?
– A’la! Beni habtettin, İmam!
– Yola gel şöyle biraz, neydi o sözler?
– Be Hocam,
Sana biz medresenin hizmeti hiç yok demedik;
Bir bedahet bu ki inkara çalışmak delilik.
Halkı irşad edecek var mı ya sizden başka?
Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka!
Köylüden milletin evladı kaçarken yan yan,
Sizdiniz köydeki unsurla beraber yaşıyan.
Ruhunuz halkımızın, köylümüzün ruhuna denk;
Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes’ud ahenk!
Biz bu ahengi harab etmiyecektik, ettik;
Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.
Ne kadar benziyoruz şimdi sakat bir duvara
Vahdetin tertemiz alnında ne çirkin bu yara!
Hadi iş gör bakalım, var mı ki imkan? Nerde!
İkilik, azmine hail kesilir her yerde.
Ne desek, dinlemiyor, nafile, bir kimse bizi.
– Uydurun siz de, beyim, halka biraz kendinizi.
– Haklısın.
– Aykırı gitmekle bu yol hiç çıkmaz.
– Konya'daydım
– Haberim yok, ne zaman?
– Bıldır yaz
Şehri az çok bilir, etrafını pek bilmezdim;
Bari bir köyleri görsem, diye çıktım, gezdim.
Yolda duydum ki: Filan nahiyenin a'yanı,
Üç gün evvel kovuvermiş hoca bilmem filanı;
Herkes evladını almış, kapatılmış mekteb.
Çok fena şey! Hele bir anlıyalım, neydi sebeb.
Hiç işim yok, bu da oldukça mühim doğrusu ya,
Gidecek yolcu da var, akşama indik oraya.
Yatsıdan sonra ahali bize va'zet dediler;
Çektiler altıma bir cıllığı çıkmış minder.
Tahta sordum, silinip çevre kadar yenlerle,
Geldi, ta göğsüme yaslandı sakat bir rahle.
Evvela hamdeleden, salveleden başlıyarak,
Girmeden maksada dibaceyi serdim çabucak.
İlme kıymet veren ayatı, ehadisi bütün,
Okudum, hasılı bülbül gibi öttüm ben o gün.
Sonra, te'yid-i İlahi olacak besbelli,
Öyle bir maskara ettim ki o hain cehli,
Hani kendim de beğendim.
– Adam, anlat, ne dedin?
– Biri aklımda değil.
– Öyle mi?
– Baktım, sadedin,
Tam zamanıydı, ahaliye çevirdim yüzümü;
Açtım artık bu sefer ağzımı, yumdum gözümü:
Hiç muallim kovulur muymuş, ayol, söyleyiniz?
O sizin devletiniz, ni'metiniz, her şeyiniz.
Hoca hakkıyle beraber gelecek hak var mı?
Sizi mizana çekerken bunu sormazlar mı?
Müslüman, elde asa, belde divit, başta sarık;
Sonra, sırtında, yedek, şaplı beş on deste çarık;
Altı aylık yolu, dağ taş demeyip, çiğneyerek,
Çin-i Maçin'deki bir ilmi gidip öğrenecek.
Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar, bu ne iş?
En büyük tali’i Mevla size ihsan etmiş,
Hem de ta olduğunuz mevkie göndermişken;
Teptiniz kendi gelen ni'meti sersemlikten!
Çok zaman geçmiyecektir ki bu nankörlüğünüz,
Ne felaketlere meydan verecektir görünüz!
Köylerin yüzde bugün sekseni, hatta, hocasız;
Siz de onlar gibi cahil kalarak anlayınız!
Bir hata oldu, deyip şimdi peşimansınız a
Ne çıkar? Gitti giden, kıydınız evladınıza
Buna benzer daha bir hayli savurdum, estim,
Ses, nefes hepsi tükenmişti, nihayet kestim.
Sanıyordum ki duadan koca mescid inler
Umduğum çıkmadı hiç: Pek yavaş amin dediler.
Çekiverdim o zaman ben de hemen Fatiha'yı.
Yatacağmız odanın sahibi Mestanlı Dayı,
Getirirken beni, sağ elde fener, mescidden;
Gürül gürül okuyor hep, gürül gürül okuyor;
Yanıl da bir, deli oğlan, baban mezarda mı, sor!
Deyivermez mi, ne dersin?
– Ama pek hoş cidden.
– Bunu duydum zehir içmiş gibi sersemleştim
Eve geldik, herifin kalbini artık deştim.
Ne de çok şey biliyormuş, be Hocam, köylü meğer!
– Öyledir.
– Sen de şaşarsın, hani, söylersem eğer.
Anladım: Bilmiyecek tilki onun bildiğini.
– Hadi naklet bakalım şimdi şu bilgiçliğini?
– Dedi: Fetvayı veren mahkeme, yanlış, gerçek, :
İki da'vacı ne söylerse bütün dinliyecek.
O zaman kestiği parmak acımaz, amenna
Ama hep bir tarafın ağzına bakmak, o fena.
Benim arkamdaki düşman bana mevlid mi okur?
Dur ki ben söyliyeyim bir de, kuzum, sen hele dur!
Köylü cahilse de hayvan mı demektir? Ne demek!
Kim teper ni'meti? İnsan meğer olsun eşşek.
Koca bir nahiye titreştik, ödünsüz yattık;
O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.
Kimse evladını cahil komak ister mi ayol?
Bize lazım iki şey var: Biri mektep, biri yol.
Niye Türk'ün canı yangın, niye millet geridir;
Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir.
Sonra baktık ki hükumetten umup durdukça,
Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.
Para bizden, hoca sizden deyiverdik O zaman,
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah'ım aman!
Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı
Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.
Geberir, camie girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.
Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;
Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su!
Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak,
Bunu bitmem ki yarın hangi imam paklıyacak?
Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama
Bari bir parça alışsaydı ya son son, arama!
Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı.
Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,
Bir bakar insana yan yan ki, yuz olmuş manda
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selam ver be herif! Ağzın aşınmaz ya Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lakin, o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbad olur artık odalar;
Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura.
Su mühendisleri gelmişti Herifler gavur a,
Neme lazım bizi incitmediler zerre kadar;
İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar!
Tatlı yüz, bal gibi söz Başka ne ister köylü?
Adam aldatmayı a’la biliyor kahbe dölü!
Ne içen vardı, ne seccadeye çizmeyle basan;
Ne deyim dinleri batılsa, herifler insan.
Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun
İçki yüzler suyu, ahlakını bir bilsen onun!
Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız,
Öyle devlet gibi, ni'met gibi laflar bana vız!
İlmi yuttursa hayır yok bu musibetlerden
Bırakın oğlumu, cahilliğe razıyım ben.
– Hakkı var.
– Pek güzel amma, bu işin yok ki sonu.
Kapadık mektebi, kovduk diyelim farmasonu,
Başı boş köylünün evladını kimler yedecek?
Adam ister ona insanlığı telkin edecek.
Bunu nerden bulalım? Kimlere ısmarlıyalım?
Önce kaç tezgahımız var, bakalım, bir sayalım
– Pek uzun boylu hesab etme, nedir mes'ele ki?
Herkesin bildiği şey: Medrese bir, mektep iki.
– İşte arz eyliyorum zat-ı fazilanenize:
İkisinden de hayır yok bu şeraitle bize.
– Galiba sen yeniden kızdıracaksın Köse'yi;
Söyle, mirasyedi bey, kimdi yıkan medreseyi?
Biz miyiz, siz misiniz? Sizsiniz elbet
– Elbet!
– Yıktınız kazmaya kuvvet, ne de sür'atle!
– Evet..
– Bir hünermiş gibi ikrar ediyor ağzıyle
– Çünkü mektep yapacaktık onun enkaazıyle.
– Çünkü mektep yapacakmış!.. Ne kolay söylemesi!
Bir kümes yaptığınız var mı ki, bir kaz kümesi?
– İnkılab ümmetinin şanı yakıp yıkmaktır.
– Size çılgın demiyen varsa, kuzum, ahmaktır.
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de, emin ol, becerir.
Sade sen gösteriver işte budur kubbe! diye;
İki ırgadla iner şimdi Süleymaniyye.
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,
Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan.
Bunların var mı sizin listede hiç benzeri, yok.
Ya ne var? Bir kuru" dil, siz buyurun, karnım tok!
Ötmeyin nafile baykuş gibi karşımda, susun!
– Mürteci'sin be İmam?
– Mürteci'im, hamdolsun.
– Hele bak hamd ediyor!
– Hamd ediyorsam, yeridir:
Şafi'i’nin mi, kimindir o şiir?
– Hangi şiir?
– Hani Peygamber'in evladını candan sevmek,
Rafızilikse
– Evet,
– Yerde beşer, gökte melek,
Rafızidir bu, desin hepsi de hakkımda benim,
Ben oyum, işte diyor
– Bildim, evet.
– Kaaili kim?
– Şafi’i zannederim, neyse, fakat maksadınız?
Şunu lütfen bana teşrih ediniz, anlatınız.
– Yıkılan yurduma cennet diyemem, ma’zurum;
Hani ma'mure? Harabeyle benim neydi zorum?
Heybe sırtında adalet dilenirken millet,
Müsterih olmanın imkanı mı var, insaf et?
Yaşasın! ma'cunu a’la idi, yut, keyfine bak!
Tutmuyor şimdi, fakat, bin yala parmak parmak.
– Niye tiryakisi oldun bu kadar sen de ayol?
Tutmuyor, çünkü alıştın Yemeyeydin bol bol.
Hem bizim ma'cunu pek hırpalamak doğru mu ya ?
– Dur canım! Ben kızarım böyle vakitsiz şakaya.
Sözü tekmil edeyim
– Sonra bitir, dinle biraz:
Bir yutar, beş yutar, afyonkeşi afyon tutmaz;
Der ki: Toprak mı, ne zıkkım bu, varıp anlamalı.
Açılır kurna başından, sıyırır peştemalı,
Nalının sırtına atlar, sürerek doğru gider,
Hangi attarsa, bulur: Tutmadı yahu, yine! der.
Gülmeden çatlayadursun biriken çarşı, pazar;
Bu kadar tuttuğu yetmez mi kuzum? der attar.
Siz de artık uzun etmektesiniz, hem pek uzun;
Üç saat esnemeden dinlediğim nutkunuzun,
Yaşasın! ma'cunu peymane-i ilhamı bütün,
Hani, sarhoş kuşa döndün, mütemadi öttün!
– Bırak oğlum, yeter artık, şakanın vakti değil.
– Sen de, öyleyse, bizim ma'cuna baş kesmeyi bil!
– Sade bir bal deyivermekle ağız tatlansa,
Arı uçmuş diye, kaçmış diye hiç çekme tasa.
Ağlasın milletin evladı da bangır bangır,
Durma hürriyyeti aldık diye, sen türkü çağır!
Zulmü alkışlıyamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta, boğarım
– Boğamazsın ki!
– Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir aşıkım istiklale,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zalimin hasmıyım amma severim Mazlumu
İrticaın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?
– Yok canım!
– Yok deme!
– İfrat ediyorsun Köse
– Ya ?
İşte ben mürteci'im, gelsin işitsin dünya!
Hem de baş mürteci'im, patlasanız çatlasanız!
Hadi kaanununuz assın beni, yahud yasanız!
– Yasa yok şimdi.
– Neden, bitti mi?
– Çoktan bitti.
– Dede Cengiz ya ?
– Bırak, derdimi deştin: Gitti!
– Getirirler yine lazımsa
– Hayır, gitti gider.
– Deme oğlum!
– Ya bizim düşmanımızmış o meğer.
Dedenizdir diye bir kahbe, cifitmiş yamayan
– Size ha?
– Öyle ya , çok geçmedi, lakin , aradan,
Geldi bir başka gavurcuk, dedi Cengiz'le, ayol,
Bu hısımlık nereden çıktı ki, siz Türk, o Moğol!
– Sonra?..
– Hiç!
– Hiç mi?
– Sönüp gitti o kızgın piyasa.
– Hem de bir püfle!
– Evet, şimdi ne hakan, ne yasa!
– Kimse ma'kul kefereymiş, o herif.
– Sorma Köse'm
– Çok şükür sizde de pek yok, değil amma sersem!
– İğnelersin şu benim neslimi yüz buldukça,
Sana elmas gibi hürriyyeti kim verdi, Hoca?
Ne yaman şeydi unuttun mu o istibdadı?
Hep fecayi'di, hayatın hele hiç yoktu tadı.
Milletin benzi sararmış, işitilmezdi refah;
Her nefes dört elifin sırtına binmiş bir ah !
O ne günler
– Beni kızdırmaya söyler mahsus.
Yeter artık!
– Niye?
– Ezber bilirim hepsini, sus!
– Ne tuhafsın! Bana döktürmiyeceksin içimi
– Yok paşam, sizde tuhaflık, o benim haddim mi?
– Müstebiddin de gem almaz soyu çıktın, git git,
Sen ki hürriyyet için nefy olunurdun, a tirit!
İşi yok, şimdi muhalifliğe sarmış derdi
– Hoca rahmetli keramet gibi söz söylerdi
– Bari tuttun mu?
– Ne mümkün? O zaman nerde akıl?
– Sonradan geldiği sabit mi efendimce, nasıl?
– Döverim ha!
– Hadi dövmüş kadar ol!
– Dur be adam,
Dinle, zevzekliği terk et!
– Sana terk ettim, İmam!
– Ne diyordum be?..
– Ya gördün mü kafan aynı kafa!
Hoca rahmetli dedin, öyle giriştindi lafa.
– Evet, oğlum, Hoca sevmezdi, bilirdim, sarayı;
Ama sövmezdi de hoşlanmadığından dolayı.
Vardı bir duygusu besbelli ki
– Bilmem, varmış
Padişah dendi mi, çokluk dil uzatmazlarınış!
– Hiç unutmam, Hocazadem ki, sıcak bir gündü,
Bahçedeydik, bana bir parça baban küskündü.
– Sana düşkündü babam, küstüğü olmazdı ama
– Boşboğazsın diye kızmıştı.
– Keramet!
– Sorma!
Büsbütün kızdırayım bari, dedim
– Ya? Çok iyi:
Çivi, bir an'anedir bizde, sökermiş çiviyi. .
– Ortalık şöyle fena, böyle müzebzeb işler,
Ah o Yıldız'daki baykuş ölüvermezse eğer,
Akıbet çok kötü dibace-i ma'lumiyle,
Söze girdim.
– Kızıyor muydu?
– Hayır.
– Tekmille!
– Bırakan var mı ki? Rahmetli hocam doğrularak,
Dedi: Oğlum, bu temenni neye benzer, bana bak:
Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler.
Nedir bu çektiğimiz derd, o çifte çifte semer!
Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü;
Gelir ki taş gibi hain, hem eskisinden iri.
Semerci usta geberseydi Değmeyin keyfe!
Evet, gebermelidir inkisar edin herife.
Zavallı usta göçer bir gün akıbet, ancak,
Makaamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?
Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye;
Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.
Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner;
Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.
Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur;
Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.
Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş:
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!
Nasihatim sana: Herzeyle iştigali bırak;
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak!
Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükliyemez.
Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.
– Sen işin yoksa devir çamları paldır küldür;
Neslimin şöyle dönüp bakması hatta züldür.
Gözüm ensemde değil, görmeliyim ben önümü;
Kestik attık hele mazi denilen kör düğümü!
Ne zamandan beridir bağlıyız artık bıktık;
Demir aldık o sizin an'anelikten çıktık.
– Pupa yelken açılın şayed oturmazsa gemi!
Bu tenezzüh, cici bey, doğruca Kağtane'ye mi?
– Hayır, enginleri bir bir geçerek, gayemize.
– Hele bir kerre çıkın Marmara'dan Akdeniz'e!
Fıkra gelsin mi?
– İşin fıkracılık zaten, İmam!
Korkarım çam devirirsin yine
– Bilmem çam mam!
Bocalarken bakar üstündeki kaptan acemi,
Sarılır bir kayanın boynuna biçare gemi.
Bu nedir, Bey Baba, bittik mi, ne olduk? derler;
Kimi evrad okur üfler, kimi la-havle çeker.
Yok canım! der Hacı Kaptan, biriken yolculara:
Su tükenmiş, haberim yok, buyurun işte kara!
Siz de, oğlum, bu maharette, bu cür’ettesiniz:
Gemi yüzdürmek için kalmadı meydanda deniz!
– Dinle bir fıkra da benden bakalım şimdi.
– Olur.
– Devr-i sabıkta, kaza teknesi, bir köhne vapur,
Akdeniz hattına tahsis edilir bol keseden.
Eski kaptan Gidemem, der, getirin varsa giden.
Yeni kaptan gelerek, doğru çıkar mevki'ine.
Adamın tali'i oldukça güzelmiş ki yine,
Yel üfürsün, su götürsün diye bekletmez pek,
Gece kalkar bu adem postası İzmir diyerek.
Göksu'daymış gibi fış fış yüzedursun miskin
Denizin neş'esi a’la, hava enfes Lakin,
Bir taraftan verivermez mi nihayet patlak,
Tekne körkandil olur, yolcular allak bullak.
Şimdi biçare süvariye ne dur var, ne otur;
Dinlenir farz ederek birçok emirler savurur:
Getirin hartayı! der; baksana maşa'allah:
Şile, Bartın, Kızılırmak Güzelim, Bahr-i Siyah?
– Akdeniz yok mu?
– Hayır yok.
– Bu nasıl kaptanlık?
– Haklısın Bey Baba, göndermediler, çok yazdık.
Eğilir sonra bakar: İbresi yok bir pusula
Yürümez ezbere, yahu, gemi, eyvahlar ola!
Bora estikçe eser, dalgalar azdıkça azar
Getirin ibreyi! der, bulmanın imkanı mı var?
İbre yok, Bey Baba, bilmem ne getirsek? derler
O da: Öyleyse şehadet getirin! der bu sefer.
Verdiğin tek silik onluktu, behey aksi imam,
Olacak söz mü dokuz kubbeli, çinçinli hamam?
Bize devlet diye teslim olunan şey neydi?
Çarpacak sahil arar, kupkuru bir tekneydi!
On sekiz mil mi gideydik? Batırırdık
– Lebbey?
Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilmem, cici bey?
Devr-i sabık mı dedin şimdi?.. Elindeyse, çevir,
Ensesinden tutup eyyamı da gelsin o devir.
Milletin beş parasız onda, emin ol, yedisi!
Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi!
Yatırın alemi çavdar karışık mezbeleye:
Ne bu? Ekmek! diye dünyayı verin velveleye.
Hastalık, kehle, sefalet saradursun, kol kol,
Sade siz seyre bakın!
– Harb-i umumi bu, ayol!
– Devr-i sabıkta gebermezdi adam böyle zelil,
Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefil.
– Niye hürriyyet için sürgüne gittindi?
– Evet,
Gittim amma bu değil beklediğim hürriyyet.
Zaten i'lan edilirken işi çakmıştım ya
Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rü'ya!
Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün!
– Düşünür, arz ederim sonra!
– Unutmam, bir gün,
Babıali yokuşundan çıkıyordum, baktım:
Yolu boydan boya tutmuş eli bayraklı takım.
Geziyor başların üstünde genizden bir ses.
Çömelip, salya sümük, ağlayadursun herkes,
Ben görür görmez öten zurnayı bir irkildim
Ay, Zuhuri'ye çıkan maskara! Bildim Bildim
Değişen bir yeri yok, dinleyemem kim ne dese.
Yine bir kıl keçe altında kapanmış ense;
Yine yıllarca hamamsız ki boyun musmurdar;
Yine parmak gibi, afaka batan, tırnaklar;
Yine merdane geçirmiş gibi yatkın bir yüz,
Ki haya namına tek arıza bilmez, dümdüz!
Yine bir tatsız alın, yassı burun, basma çene
Hep o, hiç başka değil, gördüğüm evvelki sene.
– Kimdi, anlat şunu?
– Kuzguncuk'a geçtim bir gün,
Molla'nın köşküne yaklaşmadan etmez mi sökün,
Belki kırk elli köpek, havlıyarak, nerdense
– Ama hiç saklama: Korkup da oturdun mu Köse?
– Köse dünyada senin söylediğin haltı yemez;
Parçalar, belki, fakat üstüme itler siyemez.
– Hadi öyleyse, Hocam, sell-i asa et de yanaş!
– Saldıran yoktu ki Derken kocaman bir karabaş.
Karşıdan başladı ses vermeye
– Lakin bu yaman,
Konağın bekçisi besbelli
–Değilmiş, dur aman!
O içerden, bu yiğitler de dışardan ürüdü;
Bir ağız kavgasıdır aldı, tabi'i, yürüdü.
Karabaş sustu neden sonra, köpekler yattı;
Şimdi afakı gümüş kahkahalar çınlattı.
Kapıdan bir göreyim şöyle, dedim, vay canına:
Adam olmuş karabaş, geçti beyin ta yanına.
Ben şaşırmış bakıyordum ki sadalar dindi;
Karabaş salta dururken dönerek silkindi,
Oldu bir zilli köçek, oynadı hop hop göbeği;
Hani varmış gibi karnında beş aylık bebeği!
Karabaş sonra Zuhuri'ye de çıksın mı sana?
Hem nasıl, taş çıkarır, belki, Burunsuz Hasan 'a.
Ne Arap kaldı, ne Laz kaldı, ne Çerkeş, ne Pomak,
Öyle bir kesti ki taklidleri, bittim
– Hele bak!
Çok köpoğluymuş!
– Evet, pek de utanmaz şeydi
– Parsa çok muydu?
– Bırak, toplasın, oğlum, değdi
Kaçıranlar bile olmuş, o kadar gülmüştük.
İşte yavrum, bu omuzlarda gezen dilli düdük,
Havlayan, zil takınan, sonra Zuhuri'ye dalan,
O bizim soytarının kendi değil miydi?
– Yalan!
– Karabaş gel! diyecektim
– Dememiştin ya , sakın?
– Ne dedim, bilmiyorum, ta öteden bir çapkın,
Galiba sezdi ki, yekten dedi: Halt etme sofu!
Gördüğün fesli: Senin milletinin feylesofu.
Bu ve emsali dehalar tutuyor memleketi.
Sen bu şenlikleri gördünse kimin ma'rifeti?
Dedim: Ezberliyelim, saysana, oğlum, bir bir,
Şu dahalar dediğin kaç kişidir, kimlerdir?
İçtimai biri, dehşetli siyasi öbürü;
Hele maliyyecimiz yok mu, bu ilmin piri.
Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfır;
Dön işin yoksa fırıldak gibi artık fır fır.
Böyle bir korku geçirmiş değilim ömrümde;
Benzedim gitti o gün neşvesi kaçmış Kürd'e.
– Yine bir fıkra mı yerleştireceksin araya?
– Hani vaiz geçinen maskara şeyler var ya,
Der ki bir tanesi peştahtayı yumruklıyarak:
Dinle dünya nenin üstünde durur, hey avanak!
Yerin altında öküz var, onun altında balık;
Onun altında da bir zorlu deniz var kayalık.
Öteden Kürd atılır:
– Doğru mu dersin be hoca?
– Ne demek doğru mu dersin? Gidi cahil amıca!
Sözlerim basma değil, yazma kitaptan tekmil;
Kim inanmazsa kızıl kafir olur böylece bil.
– Rahatım yok benim öyleyse bugünden sonra;
Gömülüp kurtulayım bari hemen bir çukura.
– Ne zorun var be adam?
– Anlatayım dur ki hocam:
Ben bu dünyayı görürdüm de sanırdım sağlam.
Ne çürükmüş o meğer sen şu benim bahtıma bak:
Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmıyacak;
Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem,
Ya deniz?.. Hiç dibi yokmuş bu işin Ört ki ölem!
Ne dedin fıkrama?
– Gayetle fena.
– Vay?
– Dinle:
Memleket mahvoluyor, baksana, bedbinlikle.
Ben ki ecdada söven maskaralardan değilim,
Anarım hepsini rahmetle Fakat münfa'ilim.
– Niye?
– Zerk etmediler kalbime bir damla ümid.
Hoca, dünyada yaşanmaz, yaşamaktan nevmid.
Daha mektepte çocukluk, bizi yıldırdı hayat;
Oysa hiç korku nedir bilmiyecektik, heyhat!
Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmiyeni;
Yürü oğlum! diye teşci' edecek yerde beni,
Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,
Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!
Bana dünyaya çıkarken batacaksın! dediler
Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!
Ye'si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;
Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi İmam?
– Çattı, lakin, o yalan bellediğin istikbal.
– Hadi çatmış diyelim, kimlere aid ki vebal?
Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık,
Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık.
İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şübab;
Çünkü biçare nin atisine imanı harab.
Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen: Mefluç
Hani ruhunda o haksızlığa isyan, o huruç?
Karşıdan zinde görürsün, sokulursun ki: Yarım
Yandık ecdadımızın narına, hala yanarım!
Ye'si tekfir eden imanıma olsun ki yemin,
Bize telkin-i ümid etmediler, yoksa bu din,
Yine dünyalara yaymıştı yeşil gölgesini;
Yine hakkın sesi boğmuştu dalalin sesini.
Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık,
Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık!
Göreyim gel de büyük bildiğin Allah'ı kayır
Hani, tevfik-i İlahi 'ye kanan var mı? Hayır.
Ya senin alem-i İslam'ın inanmış ye'se;
Din-i resmisi odur, vazgeçemez kim ne dese!
Önce dört kıt'ayı alt üst eden iman-ı metin;
Sonra, dört yüz bu kadar milyon adam, hepsi cebin!
Şarka in, mağribe yüksel, göremezsin galeyan
Nasıl olmuş da uyuşmuş bütün ümmetteki kan?
Niye tutmuş da bu şevket, bu şehamet dini,
Benden imsak ediyor ceddime bezl ettiğini?
Yaşamak hakk-ı sarihim mi? Evet. Bir mantık,
Bunu inkar edemez, çünkü bedihi artık.
Bir bedahet de bu öyleyse: Çalışmak borcum.
Yok iradem ki, fakat, dipdiri bir meflucum!
– Ya kabahat yine mazide mi?
– Bilmem, kimde
Bir çıfıt sillesi kaç yıldır öter beynimde:
Dedi: Farz et senin Asya'n yedi yüz milyonmuş;
Ne çıkar? Davranamaz hiç ki, serapa donmuş.
Vakıa biz bir avuç unsuruz amma boğarız,
Kimi dünyada görürsek hareketsiz, cansız.
Ah o din nerde, o azmin, o sebatın dini;
O yerin gökten inen dini, hayatın dini?
Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?
Müslümanlık mı dedin? Tövbeler olsun, ne demek!
Hani Kur'an'daki ruhun şu heyulada izi,
Nasıl İslam ile birleştiririz kendimizi,
Ye'si tedric ile zerk etmiş edenler dine
O ne mel'un aşı, hiç benzemiyor, hiç birine!
Dikkat et: 1000 senesinden beri, a'sabı harab,
Yatıyor koskoca bir alem-i iman, bitab.
Pıhtı halinde yürekler, cevelansız kanlar;
Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar!
Gözünün gördüğü yok beynine çarpan güneşi!..
– İyi amma nasıl ikaaz edeceksin bu leşi?
– Leş değil;
– Leş mi değil?
– Dipdiri Dalgın, yalnız
Şimdi kurtarmak için azmedelim, kurtarırız:
Verelim gel de şunun kalbine bir canlı ümid.
– Ne kolay! Sa'y-i medid ister ayol, sa'y-i medid!
– Eklerim ben de mesaiyi tutar birbirine,
Al kuzum, istediğin sa'y-i medid oldu yine.
Var mı bir başka sözün söyliyecek?
– Elbet var:
Hani, tevfiki hesab etmedin, onsuz ne çıkar?
– Ama kul neyle mükellefti ki, tevfik ile mi?
Hiç değil, sa'y ile; tevfik, o: Huda 'nın keremi.
Sarıl esbaba da çık, işte tarik, işte refik;
Ne vazifen senin olmazmış, olurmuş tevfik?
Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!
Bin çalış gayen için, bir kazan ömründe yeter.
Mütebaki o dokuz yüz emeğin yok mu, Hocam?
– Daha doksan dokuz ister, ne demek, etsene zam!
– Hadi ettik Biri olmaz, biri hatta, zayi’;
Ya onun gayede tek hissesi var, hem şayi'.
Dinle üç beş sene evvel geçen oldukça mühim,
Bir ufak hadiseden bahsedeyim
– Dinliyelim.
– Hüseyin Kazım'ı elbette bilirsin?
– Lebbey?
– Kadri Bey zade canım?
– Ha! Şu bizim Kazım Bey.
– O, zira'atle çok uğraştı, bilir çiftçiliği
– Gördüm: Asarı da var köylü için Hem pek iyi.
– Bir zamanlar, hani, tenvir edelim halkı diye,
Toplanırdık ya
– Evet, Hey'et-i İrşadiyye.
– O senin söylediğin canlı eserler, sanırım,
Yeni bitmişti ki, gösterdi de bir gün Kazım,
Dedi: Meclisçe münasibse basılsın da hemen,
Okusun taşralılar gönderelim meccanen.
Biz bu teklifi beğendik, aramızdan sade,
İ'tiraz etti şu suretle Recaizade:
Güzel yazılmış eserler ve şüphesiz ki müfid;
Fakat, basılsa okurlar mı? Bence azdır ümid.
Evet, beş on kişi ancak okur tenevvür eder;
Bizim mesarif-i tab'iyye olmayaydı heder.
Dedik: Cevabını versin müellifin kendi.
Kabul edildi bu teklifimiz, peki, dendi.
– Ne söylemiş, bakalım, çünkü pek güzel söyler?
– Söz aldı, başladı Kazım: Efendiler, beyler,
Şu bahsi geçmiş eserler nedir? Ziraidir.
Müdafa'atımı öyleyse pek tabi'idir,
Alıp da nakledivermek bütün tabiatten,
Bütün tabiate hakim şu'un-i kudretten.
Bilirsiniz ki: Hudayi biten en ince nebat,
Döker de her sene milyonla canlı tohm-ı hayat,
Göçerse öyle göçer hilkatin baharından.
Yabani hardala mümkün mü olmamak hayran?
Ya bir papatyaya kaabil mi etmemek hürmet?
Ne vergi vermedelerdir? Çiçek başından, evet,
Zeminin aldığı tohmun yekunu: Milyarlar!
Demek, tabiatı icbar eden avamil var,
Bu ihtişama, bu vasi', bu müdhiş israfa;
O, iktisadı bırakmazdı yoksa bir tarafa.
İşin hakikati: Hilkat ne kar arar, ne zarar;
Bekaa-yı nesle bakar hep, bekaa-yı nesli sorar.
Neden mi? Çünkü hayatın yegane gayesidir;
O gaye olmasa dünya bir ahiret kesilir.
Saçıp savurmada fıtrat bütün hazainini,
Meramı gayesinin böylelikle te'mini.
Ya önceden biliyor, binde kim bilir ne kadar
Ziyana uğrıyacak sonradan bu milyarlar?
Kolay değil, kimi, intaş için zemin bulamaz;
Zemin bulur kimi, lakin nedense doğrulamaz.
Bu çiğnenir, onu kurt yer, öbür zavallıyı kuş;
Bakarsınız: Çoğu bitmiş sonunda, mahvolmuş,
Sebat edip de, fakat kurtulan tohum pek azı.
Demek, saçarken eteklerle saçmadan garazı,
Şu çimlenen bir avuç tohmu devşirip, ancak,
Bekaa-yı nesle varan gayesinde kullanmak.
Demek, tabiat edermiş zaman zaman israf
Hayır, tabiate müsrif demek bila-insaf,
Hata değil de nedir? Çünkü hayr için veriyor.
Efendiler, bize fıtrat numune gösteriyor,
Diyor ki: Gayeniz uğrunda bezledin emeği;
Düşünmeyin hele hiçbir zaman esirgemeyi.
Efendiler, bu eserler de şimdi bastırılır,
Biner biner saçılır yurda, çünkü lazımdır.
Buyurdular ki: Fakat bastırıp dağıttık mı,
Ziyan olup gidecek, hem büyükçe bir kısmı.
Efendiler, bilirim ben de çok bu işte ziyan;
Şu var ki: Savrulan efkarı toplayıp okuyan,
Velev pek az kişi olsun zuhur eder mutlak.
Bizim de gayemiz ancak o nesli kurtarmak.
– Hakikaten diyecek yok be! Aferin Kazım!
– Zavallı Ekrem o gün hakka ser-füru lazım
Deyip rücu' edivermişti.
– Aferin, Ekrem!
Şimdi, oğlum, sana bir vak'a da ben söylersem?
– Dinlerim, söyle Hocam.
– Aferin evlad sana da!
– Hele bir aferin olsun diyebildin bana da!
– Kadri Bey sağdı, Trabzon'da henüz valiydi.
Yine bir dolduran olmuştu ki Abdülhamid'i,
Karakoldan dediler: Şimdi, İmam, Erzurum'a!
Bir de kış, bir de kıyamet ti ki artık sorma!
Tıktılar, çalyaka, bir tekneye; sırtım gevşek,
Abam arkamda değil, sonra ne yorgan, ne döşek.
Titredim beş gece dört gün
– Ne de çok! Beş gece mi?
– Hocazadem, hele bin türlü meşakkatle gemi,
Bizi bir sahile aktardı Trabzon diyerek.
Henüz inmiş bakınırken: Bunu Vali görecek,
Götürün şimdi öbür Laz'la beraber konağa;
Durmayın! emrini vermez mi bir oldukça ağa?
Yeniden doğmuşa döndüm. Aradan geçti biraz,
Söktü Mandal Hoca'dır gürleyerek
– Ay, o mu Laz?
– Yeni Cami'deki vaiz, bileceksin belki?
– Bileceksin ne demek, Mandal'ı kim bilmez ki?
Tacı yok, tahtı da yok, kendine malik sultan.
Galiba öldü ki hiç gördüğümüz yok?
– Çoktan!
Ne güzel söyledin, oğlum, Hoca sultandı evet.
Yoktu dünyada esir olduğu hiçbir kuvvet,
Hele sen yoldaşımın halini görseydin o gün,
Eskisinden de perişandı
– Tabi'i, sürgün.
– Başta bir dalgalı fes, ta tepesinden o ibik,
Cuk oturmuş bakıyor; mavi beş on kat iplik,
Sapı yok püskülü tutmuş da, dışından ibiğe,
Bağlamış sımsıkı Artık bu da kopmaz ya! diye.
Önü çökmüş sarığın, arka taraf vermiş bel;
Çağlıyor püsküle baktım, üzerinden tel tel.
Saçak altında o gözler uzanan kaşlardan;
İki şimşek dolu gök sanki, yanarsın baksan!
Sonra, hendekler açılmış gibi kat kat bir alın;
Hani, bin parça olur, düşmeyegörsün, nazarın!
İri burnundan inip savruluyor çifte duman,
El ayak bağlı, solurken bu kıyılmaz arslan.
Karayel indiredursun tipi, yağmur, kar, kış;
Hoca çıplak, yalınız çok senelerden kalmış,
Yanı yırtmaçlı bir entarisi var sırsıklam,
Akıyor dört eteğinden hani biçare adam.
Lakin aldırdığı yok: Hem sövüyor, hem yürüyor;
Göğsünün kılları donmuş, o ateş püskürüyor!
Oflu hainlere la'net! dağıtırken bol bol,
Kime benzetti ki, bilmem, beni berhurdar ol
Diyerek okşadı; artık ne kadar hoşlandım,
Bilemezsin Sıcacık bir aba giydim sandım.
– Bakalım şimdi makaamında görün Kadri Bey'i;
Zorlu valiydi herif
– İlme de vardır emeği.
Evet, oğlum, Hoca Mandal'la tutunduk el ele,
Evvela Kazım'ı gördük; bizi hürmetlerle,
Alarak durmadı valiye haber gönderdi;
Geliniz, emrini vali de serian verdi.
Kazım önden, hadi bizler de peşinden daldık.
– Vay imam, sen yine düştün mü bu kışlarda? Yazık!
Ya Hocam, sen niye ta Yıldız'a çıktın bu sefer?
Otur anlat, bakalım, çünkü fena söylediler.
– Kim fena söyledi?
– İstanbul 'a sormuştuk da
Oflu tedriç ile bağdaş kurarak koltukta,
Dedi: Çoktan beridir vardı benim bir derdim:
Gideyim, zalimi ikaaz edeyim, isterdim.
O, bizim cami uzaktır, gelemez, mani' ne?
Giderim ben, diyerek, vardım onun cami'ine.
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,
Koca Şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silahşörler; o al fesli herifler sayısız.
Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı:
Sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı!
Hele tebziri aşan masrafı, dersen, sorma.
Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,
Dedim ki: Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?
Biraz da meydana çıksan da hasbihal etsek.
Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören, ne eden;
Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.
Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;
Ya çünkü korkan adamlar gerek ki saklansın.
Değil mi korkudasın var kabahatin mutlak!..
Bir de baktım, canavarlar pusulardan çıkarak,
Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipçikle kimi,
Serdiler her tarafından delinen postekimi.
– Sonra?
– Ben hissimi kaybetmişim artık
– Vah! Vah!
– Sanki bir korkulu rü'ya idi Ferdası sabah,
Deniz üstünde bulup kendimi şaştım bu işe,
Dedim ki: Anlatırım ben, Hamid öbür gelişe.
Adam aldıkça Lazistan kıyısından takalar,
Kurtuluş yok, seni Mandal yine bir gün yakalar!
Kadri Bey hem beni, hem vaizi tatyib etti;
Aba giydirdi ki bizlerce birer hil'atti.
Sonra bir çok paralar verdi
– Cebinden mi?
– Evet.
Oflu reddetti, ben aldım
– İyi olmuş
– Elbet.
– İşte gördün ya, Hocam, millet için lazım olan,
Hoca Mandal'daki iman gibi sağlam iman.
Titretirsin yine dünyayı, emin ol, tir tir;
Hele sen Şark'a o imanda beş on sine getir.
Zübbe vahye çatan hangi müderrisse, ona,
Sorarım ben ki: Açık gördüğü bir hak yoluna,
Kellesinden geçecek molla yetiştirmiş mi?
Oturup sadece, mektepleri tenkid iş mi?
Kuru laftan ne çıkar? Tıngır elek, tıngır saç
Mektebin açsa eğer, medresen ondan daha aç!
Bu da muhtaç, o da yıllarca mugaddi yemeğe.
Neye boynun bu kadar eğri demişler, deveye,
A kuzum, hangi yerim doğru, demiş. Söz de budur.
Sen işin yoksa, filan mesleğe ver payeyi, dur.
O filan meslek, evet, bizde filandan yüksek;
Bir bıçak sırtı kadar farkı, fakat ölçersek
Beni gördün ya, şu ben kaç paralık şairsem,
Senin ilmin de odur, nafile uğraşma, Köse'm.
Bekçi hırsız yakalar bağda, koşar der ki beye,
Bağladım haydudu, zor zar, ayağından direğe.
– Ayağından mı dedin? Kolları meydanda demek!
Ulan, aptal mı nesin? Şimdi çözer
– Kim çözecek?
– Hele bak! Kendi çözer elleri boştaysa
– Paşam,
Hiç telaş etme!
– Neden?
– Çünkü bizim köylü adam
– Ne çıkar? Gitti gider
– Gitmesinin var mı yolu?
Tut ki, ben bilmemişim bağlanacakmış da kolu;
Ayağından ipi gevşetmeyi akletmez o da.
Biz de bir köylüleriz, yanlamışız bir yurda.
Öyle hiç kendini aldatmaya kalkışmamalı,
Hangimiz, başka metaız? Hepimiz Tırhallı!
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü'r-Rüşd'ü?
İbn-i Sina niye yok? Nerde Gazali görelim?
Hani Seyyid gibi, Razi gibi üç beş alim?
En büyük fazılınız: Bunların asarından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma'na çıkaran.
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hala,
İhtiyacatını kaabil mi telafi? Asla.
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı.
Kuru da'va ile olmaz bu, fakat ilm ister;
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?
Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tane fakih:
Zevk-ı fıkhisi bütün, fikri açık, ruhu nezih?
Sayısız hadise var ortada tatbik edecek;
Hani bir tane usul alimi, yahu, bir tek?
Böyle avare düşünceyle yaşanmaz, heyhat,
Mültekaa fıkhınızın namı, usulün Mir'at,
Yaşanır, zannediyorsan, Baba Cafer'liksin,
Nefes ettir, çabucak, kendine, olsun bitsin!
Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din,
Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.
Niye israf edelim bir sürü iknaiyyat?
Hoca, madem ki bu din: Din-i beşer, din-i hayat,
Beşerin hakka refik olmak için vicdanı,
Beşeriyyetle beraber yürümektir şanı.
Yürümez dersen eğer, ruhu gider İslam'ın;
O yürür, sen yürümezsen, ne olur encamın?
Oflu'nun ilmi de olsaydı o imana göre,
Şimdi baştanbaşa tevhid ile dolmuştu küre.
O nasıl kalb, o nasıl azm, o nasıl itminan?..
İşte tevfik-ı İlahi 'ye yürekten inanan;
İşte la havfe aleyhim diye Kur'an-ı Hakim,
Bu veli zümreyi etmektedir ancak tekrim.
Halık'ın na-mütenahi adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak!
Hani, Ashab-ı Kiram, ayrılalım, derlerken,
Mutlakaa Süre-i ve'l-Asrı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknun o büyük surede esrar-ı felah;
Başta iman-ı hakiki geliyor, sonra salah,
Sonra hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.
Müslüman hakka zahir olmaya her an mecbur,
Sarsılır varlığı, göstermeye başlarsa fütur .
Hele zulmün galeyanında bu mecburiyyet,
Daha şiddetli olur başkalarından elbet.
Çünkü hak öyle zamanlarda kalır tehlikede,
Çaresizdir onu kurtarmaya bakmak sade.
Bir adam dursa da bir zalim imamın yüzüne, .
Adli emretse, bu zalim de onun hak sözüne,
İnkıyad eyliyecek yerde tutup kıysa ona,
O mücahid yazılır ta şühedanın başına.
Hamza'dan sonra gelen şanlı şehid ancak odur.
Hak için can verenin payesi elbet bu olur.
Hakkı bir zalime ihtar, o ne şahane cihad!
En büyüktür dedi Peygamber-i pakize-nihad.
Hak zelil oldu mu millet de, hükumet de zelil.
Hangi ümmette ki müşkildir edilmek tahsil,
Acizin hakkı kavilerden O, kuvvetlenemez.
– Ne güzel söz bu! Şümulüyle beraber mucez.
– Ömer'in hutbesi aklında mı bilmem?
– Bilmem
– Eyyühe'n-nas, ederim taptığım Allah'a kasem,
Yoktur asla şu cema'atte ki hiçbir aciz,
Benim indimde sizin olmaya en kaadiriniz,
Bir kavinizde olan hakkını kurtarmam için.
Bir kavi kimse de yoktur ki bu ümmette, bilin!
En zaif olmaya nezdimde, tutup kendinden,
Acizin hakkını ısrar ile isterken ben.
Ömer'in işte, Hocam, çizdiği meslek buydu.
– Lakin akvaline ef'ali bihakkın uydu.
– Sallanan çünkü kılıçlardı; ne kuyruk, ne kavuk!
Öyle bir devr-i şehamette kolaydır ululuk.
Senin etrafını alsın ki yığınlarca sefil,
Kimi idmanlı edebsiz, kimi ta'limli rezil.
Kiminin fıtratı azade haya kaydından;
Kiminin iffeti ikbaline etten kalkan.
O kumarbaz, bu harami, şunu dersen, ayyaş,
Sonra mecmu'u müzevvir, mütebasbıs, kallaş:
Bu muhitin bakalım şimdi içinden çıkabil;
Ne yaparsın? Ömer olsan, yine halin müşkil.
Uğramaz doğru adam semtine, lakin , heyhat,
Gece gündüz seni ıdlale müvekkel haşerat! :
Kulağın hak söze artık ebediyyen hasret;
Kustuğun herze: Ya hikmet, ya büyük bir ni'met!
Yutan olmazsa dedin, öyle mi? Beyhude merak;
Dalkavuklar onu hazmetmeye candan müştak!
Geyirirsin herifin burnuna, oh, der, ne nefis!
Aksırırsın, vay efendim, bu ne aheng-i selis!
Tükürürsün o mülevves yüze hak tu! diyerek!
Sırıtır: Sorma, samimiyyetimiz pek yüksek.
İçiyorsan, sofu, sarhoş sana herkes saki
İşretin hürmeti hala mı? O sizler baki!
İrza düşmansan eğer, aileler hep mahrem
Ne büyük vahşet esasen bu selamlıkla harem!
Bir muhalif hava yok, dinlediğin aynı sada :
Zat-ı saminize millet de, hükumet de feda .
Menfa'attir seni tehdid edecek tek mevcud,
Çünkü çıksan da nebiyim diye, hasmın ma’bud!
Sofusun farz edelim, şimdi de boy boy tesbih
Dalkavuklar bütün insan kesilir, la-teşbih!
Taylasan , cübbe, kavuk, hırka, hep esbab-ı riya,
Dış yüzünden Ömer'in devri muhitin guya .
Kimi saim, kimi kaaim, o tavanlar, yerler,
Kul hüva'llahu ehad zemzemesinden inler.
Sen bu coşkunluğa istersen inan, hepsi yalan,
Hüvenin merci'i artık ne ehaddir, ne filan.
Çünkü madem yürüyen sade senin saltanatın,
Şimdilik heykeli sensin tapılan menfa'atın.
Kanma, hey kukla kıyafetli adam, hey sersem,
Herifin ağzı samed, mi'desi yüzlerce sanem!
Sen de bir tekmede buldun mu, nihayet, yerini,
Ne kılıktaysa gelen, hepsi hüviyyetlerini,
Aynı mahiyyete aktarma ederler çabucak.
Sana her gün sekiz on kerre söverler mutlak.
Hani dillerde gezen namın, o hiçten şerefin?
Ne de sağlammış, evet, anlasın aptal halefin:
Ah efendim, o ne hayvan, o nasıl merkepti!
En hayır-hahı idik, bizleri hatta tepti.
Bu haya der, bu edeb der, verir evhama Vücud;
Bilmez aptal ki değil hiçbiri zaten mevcud.
Din, vatan, aile, millet, ebediyyet, vicdan,
Sonra haysiyyet-i zatiyye, şeref, şöhret, şan,
Daha bir hayli hurafata herif olmuş esir.
Sarımsak beynine etmez ki hakaaik tes'ir.
Böyle ankaa gibi medlulü yok esmaya kanar;
Adamın sabrı tükenmek değil, esması yanar.
Kız, kadın hepsi haremlerde bütün gün mahbus,
Şu telakkiye bakın, en kötü vahşet: Namus!
Herifin sofrada şampanyası hala: Ayran,
Bari yirminci asırdan, sıkıl artık, hayvan!
İçelim sıhhat-i saminize Hay hay içeriz!
Biz, efendim, senin uğrunda bu candan geçeriz,
İçelim Durmıyalım Afiyet olsun Şerefe!..
Sonra nevbetle, uzunboylu, söverler selefe.
Halefin farz edelim şimdi öbür mektepten.
Dalkavuklar yeni bir maske takarlar da hemen,
Kuşatırlar yine etrafını: Sübhan'allah!
Bu ne fıtrat, bu ne vicdan-ı meali-agah!
Zat-ı ulyaları Hakk'ın bize in'amısınız,
Kimsiniz, söyleyiniz, Hazret-i Musa mısınız?
Hele Fir'avn'ın elinden yakamız kurtuldu;
Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu.
Ah efendim, o herif yok mu, kızıl kafirdi;
Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi.
Ne edeb der, ne haya der, ne fazilet, ne vakar;
Geyirir leş gibi, mu'tadı değil istiğfar.
Aksırır sonra, fütur etmiyerek, burnumuza
Yutarız, çare ne, mümkün mü ilişmek domuza?
Savurur balgamı ta alnımızın ortasına,
Tükürürmüş gibi taşlıktaki tükrük tasına!
Hezeyan, sorsanız, Allah; hezeyan, Peygamber;
Din, vatan, aile, millet gibi yüksek hisler,
Ahmak aldatmak için söylenilir şeylermiş
Bu hurafatı hakikat diye kim dinlermiş?
Akil oymuş ki: Hayatın bütün ezvakından,
Durmayıp hırsını tatmine edermiş iman.
Ahiret fikri yularınış, yakışırmış eşeğe;
Hiç kanar mıymış adam böyle beyinsizce şeye?
Hele ahlaka sarılmak ne demekmiş hala?
Çekilir miymiş, efendim, gece gündüz bu bela ?
Zevki hakmış adamın, başkası hep batılmış
Çok tuhafmış bunu insanlar için anlamayış!
Ah , efendim, daha söylenmiyecek işler var
Çünkü namusa musallattı o azgın canavar.
– İyi amma niye sarmıştınız etrafını hep?
– Hakk-ı devletleri var, arz edelim neydi sebep:
Tepeden tırnağa her gün donanıp sırsıklam,
Hani, yuttuksa o tükrükleri, faslam faslam,
Vatan uğrunda efendim, vatan uğrunda bütün.
Biz o zilletlere katlanmamış olsaydık dün,
Memleket yoktu bugün, yoktu, iyazen-billah
Öyle üç balgam için millete kıymak da günah.
Herif ancak bizi bir parçacık olsun saydı;
Başıboş kalmaya gelmezdi, eğer kalsaydı,
Mülkü satmıştı ya düşmanlara, ondan da geçin,
Yıkmadık aile koymazdı Huda hakkı için.
Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek;
Harbin en müşkili haysiyyeti kurban etmek
Bu fedailiği bir biz göze aldırmıştık.
Ama Halik biliyor, bilmesin isterse balık.
Ey veliyyü'n-niam, artık size bizler köleyiz;
Yalınız emrediniz siz, yalınız emrediniz.
– Şimdi, oğlum, kızacaksın ya , fakat, boş ne desen;
Bu rezalet beni me'yus ediyor atiden.
Hale baktıkça adam kahroluyor elde değil;
Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?
– Asım'ın nesli, Hocam,
– Nerde!
– Hayır, haksızsın!
Galiba oğlana pek fazla bugünler hırsın?
– Asım'ın nesli diyorsun. Ne uzun boylu hayal!
– Asım'ın nesline münkaad olacak istikbal.
Sana vicdanımı açtım okudum, dinlesene;
Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.
– Ne kehanet bu?
– Bilirsin ki değil mu'tadım.
– Güzel amma, ne faziletleri var evladım?
– Ne fazilet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak,
Cebheden cebheye arslan gibi hiç durmıyarak.
Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;
Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsiyle!
Cebhenin her biri bir kıt'ada, etrafı deniz;
Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.
Harekatın görüyorsun ya , Hocam, en kolayı,
Yalnayak Kafkas'ı tutmak, baş açık Sina'yı!
Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun
Kıt'a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle bu: bir Avrupalı
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşına da,
Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk;
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela .
Hani, ta’una da züldür bu rezil istila!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel Esbab,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.
Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkam.
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Huda 'nın ebedi serhaddi;
O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme dedi.
Asım'ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmiyecek.
Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! .
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab..
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.
Bu, taşındır diyerek Ka'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanma,
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanma,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletim,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, a'sara gömülsen taşacaksın Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.
– Bırak Allah'ı seversen, yine berbad oldum!
O yanık defteri artık kapa, zira doldum
Tıkanıp durmadayım, baksana, nevbet nevbet
Zaten a'sabıma hakim değilim, merhamet et.
– Bakayım şimdi, senin neydi o müşkil derdin,
Ki sabahtan beridir söylemedin, söylemedin?
– Asım'ın hali fena: Pek mütehevvir, ama, pek!
Ne nasihatten alır şey, ne azar dinleyecek.
– Atak oğlandır esasen Demek azdırdı işi
– Bilmem azdırdı mı, lakin hoşa gitmez gidişi.
– Ramazan vak'ası varmış, o nedir?
– Anlatayım
O zamandan beri zaten ne suyum var, ne sayım!
– Ne demek?
– Çıkmıyorum, sanki, beraber dışarı.
Bu, zıpır; alemin evladını dersen, haşarı;
Görecek hayli mürüvvet daha var! Ben yapamam
– Ramazan vak'ası, yahu! Şunu anlat, be adam!
– Üsküdar'dan geliyorduk, ikimiz: Asım, ben.
Saat on bir sularındaydı Vapur beklerken,
Yolcular Bafra'yı tellendirivermez mi sana?
Kaçıver, belli ki çıngar çıkacak, durmasan a!
Hayır oğlum, nasıl olduysa, apıştım kaldım.
Çocuğun tavrı değişmişti. Dedim: Bak, Asım,
Dalaşırsan bu heriflerle üzersin babanı.
İçlerinden biri, hem şüphesiz, en kaltabanı,
Üç nefes püfliyerek burnuma: Sen söyle, Hoca!
Niye bağlanmalı hayvan gibi hala oruca?
Deyivermez mi, tabi'i senin oğlan tokadı,
Herifin yırtılacak ağzına kalkıp yamadı.
Galiba pek canı yokmuş ki yuvarlandı leşi
Asıl itler gerideymiş, koşarak dördü, beşi,
Ansızın serdiler evladımı karşımda yere.
Ben şaşırmış, aman oğlum! demişim bir kere.
Hele ya Rabbi şükür, toplanıp oğlan birden,
Kömür almış deve kalkar gibi doğruldu hemen.
O nasıl cehd idi kurtulmak için anlamalı:
Silkinip attı belinden asılan dört çuvalı!
Dedim: Artık sizi haklar bu zıpır şimdi, durun,
Ne ağız kaldı yiğitlerde, hakikat, ne burun;
Kime indiyse, nüzul inmişe benzetti onu!
Bu sevimsiz şakanın hayli firaklıydı sonu:
Hani, selhhane civarında durup seyre bakan,
Karabaşlar görülür: Yüzleri kan, gözleri kan;
Bu çomarlar da o vaz'iyyete gelmişlerdi.
Hepsinin hakkını Allah için oğlan verdi!
Hele bir tanesinin beyni dağılmıştı, eğer,
İşi sulh etmemiş olsaydı gelen dört asker.
– Anlasaydık, şu neden sonrakinin fazla payı?
– Ya tabancayla hücum etti uzaktan bu dayı.
Bereket versın o askerlere da'va bitti;
Sedyeler geldi, polislerle herifler gitti.
– Sizi haksız çıkaran yoktu ya?
– Olsun mu? Tuhaf!
Afedersin, Hocazadem, ne kadar saçma bu laf!
Haklı, haksız diye taksimi kim etmiş ki kabul?
Bu cihan, baksana, baştanbaşa: Akil, me'kül.
Kuvvetin sırtını kimmiş, göreyim, okşamıyan?
Ne zaman altta kalırsan, o zaman derdine yan!
Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız;
Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü: Cılız!
Bizim oğlan bunu virdetmiş, okur her yerde
– Doğru söz, sonra, tabi'i, efelik var serde!
– Efelik, çok güzel amma, sonu çıkmaz bu yolun;
Etme, oğlum, şuna bir parça nasihatte bulun.
Çünkü ben korkuyorum, söylemiş olsam tekrar,
Yüzgöz olduk, edecek mes'ele isyanda karar.
– Ne demek! Hiç sana isyan mı edermiş Asım?
– Bence her mümkünü vaktiyle düşünmek lazım.
– Hocam, evladına benzer bulamazsın arasan ,
Görmedim ben bu kadar dörtbaşı ma'mur insan.
Ne büyük hilkat o Asım, ne muazzam heykel!
Onu, bir şi'r-i hamaset gibi, ilham-ı ezel,
Sana sunduysa, açıp ruhunu teşrihe çalış
Galiba oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış!
Yalınız göğsünün eb'adı mı sandın yüksek?
İn de a'makına bir bak, ne derinmiş o yürek!
Dalgalandıkça içinden taşan iman denizi,
Dökülen hisleri gör: incilerin en temizi.
Gövde yalçın kayadan abide, lakayd-i ecel;-
Sanki hiç duygusu yok Bir de fakat ruhuna gel;
O ne ifrat ile rikkat! Hani, etsen ta'mik,
Bir kadın ruhu değildir o kadar belki rakik.
Sonra, irfanı için söyliyecek söz bulamam;
Oğlanın bildiği, öğrendiği her şey sağlam.
Boynu dehşetli, evet, beyni de lakin zinde;
Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde.
Çölde ben hayli görüştüm bu sefer Asım'la;
Hoca, te'min ederek söylerim imanımla:
İğtinam etmeye baktım çocuğun sohbetini;
Pek yakından tanıdım çünkü hususiyyetini.
Ne güreştirmediğim kaldı, ne koşturmadığım;
Ne de her şeyde sıfırsın! diye coşturmadığım.
Çölün, asude muhitinde geçen günlerimiz,
Bana gösterdi tamamiyle ki: Oğlun eşsiz.
Bi-tenahi safahatıyle herif ayrı cihan;
Bi-tenahi safahatında da, lakin , insan.
Hiç unutmam, büyücek bir zafer olmuş da nasib,
Asker etmişti güreşlerle yarışlar tertib.
Hadi Asım! dedik, olmaz dedi, biz dinlemedik;
Bularak bir de kalın, pırpıta benzer dizlik,
Yaralıymış demedik, üç kişi tuttuk soyduk;
Çıktı meydanda gezen hasmına biçare çocuk.
Neydi oğlandaki endamın o ahengi fakat!
Belli her uzvu için ayrı çalışmış hilkat.
Ya kemikler ne salabetli, ya etler ne katı:
Tepeden tırnağa, guya , dolamışlar halatı,
İki üç katlı büküp bir çınarın gövdesine.
Hele taşmış dökülürken o muazzam sine,
Öyle bariz adelatın ebedi dalgaları,
Ki yorar arızalar seyrine dalmış nazarı.
Çok geniş dersen omuzlar, boy o nisbette uzun,
O ne mevzun kafadır, sonra, ne sağlam o boyun!
Ufarak bir kapı sırtın kabaran eb'adı,
Çarpışıp durmada naçar iki müdhiş kanadı.
Enseden ta bele sarkan o derin hat, o yarık,
Arzı umkunda nihan tul-i mücerred artık!
Bel nisabında, omuzlar gibi taşkın çatılar,
Adali baldırının kutru hemen boynu kadar.
İki çam bölmesi kol, kim tutacak, kim bükecek?
O bileklerle o ellerse demirden daha pek.
Yaralar başkaca endamına heybet veriyor,
Bir şehametli temaşa ki vücud ürperiyor.
Vakıa hasmı da gürbüz delikanlıydı ama,
Asım'ın savleti kuvvet mi sorar hiç adama?
Silkiyor dut gibi biçareyi sağdan, soldan.
Ne o? Çapraz mı? Hemen gir ki senindir meydan.
Ay! Herif sıyrılıyor, hem ne kolaylıkla, bakın!
Aman Asım, bu güreş olmasın uydurma sakın?
Hele anlat şu işin neyse hakiki rengi?
Yenemezmiş onu: Bir kerre değilmiş dengi,
Bir de biçare adam pek müte'azzım şeymiş,
Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş.
Sonra, layık mı imiş yerlere sermek şimdi,
Böyle düşmanla bütün gün dövüşen bir yiğidi?
– Anladık, hepsi de a’la, diyecek yok Lakin ,
Su benim derdime bir çare bulaydık ilkin.
Ramazan vak'ası her gün, Hocazadem, her gün,
Hele günler bereketliyse hemen üç beş öğün!
Adeta çılgına dönmüş Bu cünunun da başı:
Yanarak gömdüğü binlerce şehid arkadaşı.
Sanırım son yarasından da biraz huylanıyor.
Sonra, ahvale tahammül mü dedin, gayet zor.
Ne dolaplar dönüyor, beynini sarsar duysan!
Bence beyhudedir, oğlum, bu nehirler gibi kan.
O, demin harb-i umumi dediğin maskaralık,
Karagöz'den de beter, kıymeti yok beş paralık.
Perde sıyrıldı, işin kalmadı hiçbir hüneri,
Her bakan sezdi karanlıkta sinen çehreleri.
Yutulur herze mi pir aşkına mahrumiyyet?
Çekti yıllarca, fakat, çekmiyor artık millet.
Hele sen gel de hamiyyet! diye aptal kandır;
Canı yanmış dedenin son sözü illallah! tır.
Ben sefaletten ölürken seni sıkmazsa refah,
Hak erenler buna ummam ki desin: Eyvallah!
Şöyle bir bak: Ne harab ortalığın manzarası.
Ama hiç deşme sakın, çünkü yürekler yarası.
Hani, insan sesi çağlardı şu vadilerde
Sor ki afaka, o alemler, o demler nerde?
Yemyeşil yurda çöken kapkara toprak rengi;
Dindi binlerce hayatın ezeli ahengi.
Yok civarımda bugün aç yatanın payanı;
Her perişan yuva bir aile kabristanı!
Beni öldürmede, oğlum, bu harab ıssızlık:
Hangi viraneyi eşsen kopuyor bin çığlık!
Hasta binlerle, bakan yok; diriler çırçıplak;
Ölüler kaskatı olmuş, hani kim kaldıracak?
Bir taraftan bu fecayi' kemirirken yurdu,
Bir taraftan da elin bir sürü doymaz kurdu,
Dişliyor na'şını sırtlan gibi biçarelerin;
Yolu ummam ki bu olsun koşulan son zaferin!
Girdiniz harbe heriflerle zaruri! diyerek;
Bu rezalet de zaruri mi, kuzum, bir bilsek?
– Ama sen pek uzun ettin, Hocam, artık sadede!
Bahsimiz nerde, senin söylediğin şey nerede?
– İşte, oğlum, çocuğun ruhunu sarsan Esbab;
Muttasıl kıvranıyor, kalbi yıkık, beyni harab.
Hangi biçarenin alamını etsin ta'dil;
Kimin imdadına koşsun? O kadar çok ki sefil!..
Hangi matemli evin derdine çıksın ortak?
Bir yığın kül kesilen, baksana, binlerle ocak!
Hangi yardım dilenen aczi tutup kaldırsın?
Hangi mel'un çetenin boynunu ilkin kırsın?
Bizim ev mahkeme; hakim, bereket versin, acar;
Geceden hükmü verir, gündüzün icraya koşar!
– Neme lazım, herifin pek ameli şey bileği!
– Ama hiç sorma bizim çektiğimiz gaileyi:
Akşam olmaz mı, kızın benzi uçuktur mutlak
Ağbeyim gelmedi hala diye korkak korkak,
Dikilir karşıma Lahavle derim, sabrederim;
Beni kim tesliye etsin ki, ben ondan beterim!
Çullanır beynime yüzlerce mehib endişe;
Bütün a'sabımı sarsar, bakamam hiçbir işe.
Saat artık bilemem altı mı, yahud yedi mi;
Heyecan, geldi mi oğlan; helecan, gelmedi mi.
Çileden çıkmışım akşam, dedim: Asım, bana bak!
Yol yakınken geri dön, nafile çıkmaz bu sokak.
Koşuyorsun, be çocuk, çarpacak alnın duvara;
Dağılır sonra kafan, etme, çekil bir kenara.
Ne demir leblebi meslek bu, Ebu Zer-vari?
Ömer'in zabıta me'muru geleydin bari!
Sen o meyhaneyi basmakla mükellef mıydın?
Ya kumarbazları ma'nası nedir tehdidin?
Toplanıp cünbüş ederken elin evladı, gece,
Hangi bir hakta gidip hepsini dövdün delice?
Na'ra atmış diye sarhoşları, tut sen, kovala
Bari git bekçi yazıl, aylık alırsın budala!
Niye cebren ayırırsın kocasından kadını?
Komşular, baksana, kel kahya komuşlar adını!
Balık almış, ne olur? Sonra yedirmiş, ne çıkar?
Sanki hiç beslememiş kendisi vaktiyle zağar.
Sana bir şey dememiş, kısmış oturmuş dilini;
Niçin, oğlum, seriyorsun herifin pestilini?
Söyliyen ben değilim şimdi, bizim Asım Bey:
Harekatım sizi bizar ediyormuş Çok şey!
Babacığım, öyle değil, dinlemeyin rast geleni;
Dinleyin suçlu muyum, haklı mıyım, bir de beni.
Herkes aç bekleşiyor kaldırımın sırtında
Siz gidin, perdelerin hepsini kaldırtın da,
Aleni işret edin aleme göstermek için!
Be adamlar! Azıcık saygı sayın: Gizli için.
Meze tufanına dalmış, kulaç atmaktasınız;
Yutkunan halka bakın, pencerelerden, sayısız.
Paranız yok ya , şu ben var diyeyim, bol keseden;
Hakkınız nerde sefih olmaya, dünya açken?
Hadi yahu, yetişir Çok bile içtikleriniz;
Durmak olmaz, dağılın, belki uzaktır yeriniz
Hani aldırmasalar bari, defol git! dediler
Dedim: Artık kime aidse defolmak o gider.
Kollarından tutarak hepsini attım bir bir;
Söyleyin varsa kabahat, acaba bende midir?
Gelelim şimdi kumarbazları tehdide. Evet,
Bütün evlerde ışıksız bunalırken millet,
O kulüpten sırıtan şenliğe insan duramaz:
Yanıyormuş, dediler, haftada bir sandık gaz!
Ben bu israfı tabi'i çekemezdim artık;
Taşıdım söylenilen petrolü sandık sandık.
Bir ufak ölçü, dedim Buldu nihayet bakkal;
Aldı herkes gazı, gülyağ gibi, miskal miskal!
Ne donanmıştı sokak, doğrusu şehrayindi!
Sormayın parçalanan zulmeti: Üç gün sindi!
Babacığım, işte kumarbazlara zulmüm bu kadar;
Bir de öksüzler için bin lira aldım zor zar.
Gelelim cünbüşe insaf ediniz vakti midir?
Yahud insan gibi eğlense herifler ne denir?
Muhtekir kaafilesiymiş, ne edeb var, ne haya.
Aç, sefil inliyerek can veredursun dünya,
Yine siz dinlemeyin, anlamayın matemini,
Sürün artık serilen yurdunuzun son demini!
Sağda yüzlerce ölen, solda hesapsız sürünen,
Karşıdan bunlara gülmek ne demektir alenen?
Durmayın, derdime ortak görünün kalkın da,
Demiş olsam, bilirim, vüs'unüzün fevkında.
Ağlamak çok kişinin zevki değilmiş, lakin,
Gülmemek herkes için, zannederim, pek mümkin.
Komşulardan sıkılın, peşten atın na'raları;
Büsbütün sustururum sonra, çıkarsam yukarı!
Son sözümdür size Beyhude fakat, nerde duyan?
Taştı kusmuk gibi her pencereden bin hezeyan.
Pek tabi'i ki durulmazdı
– Dur oğlum, yetişir!
– Lütfedin, bitmedi
– Bir dinle de, olmazsa, bitir.
Bana anlat bakayım şimdi: Şu biçare ocak,
Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak?
Hiç bu mantıkla, a divane, hükumet mi yürür?
Bir cema'at ki erenler işi yumrukla görür,
Kafa bitmiş demek artık, çekiver kuyruğunu!
Kuvvetin hakkı mıdır enselemek bulduğunu?
Bize, Asım, ne şunun yumruğu lazım, ne bunun;
Birinin pençesi ister yalınız: Kanunun.
Ver bütün kudreti kanuna ki vahdet yürüsün
Yoksa millet değil ancak dağınık bir sürüsün
Memleket zaten ayol, baksana: Allak bullak,
Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak.
Ya kuzum, zabtiye ruhuyle hükumet sürenin,
Yeri altındadır, üstünde değildir kürenin!
– Babacığım, öyle değil
– Dinlemem artık, hadi git!
Hocazadem, sen asıl derdi bizim kızdan işit:
Senin aptal daha bir hayli de çılgın bularak,
Babıali'yi
– Aman?..
– Basmayı kurmuş
– Hele bak!
Acaba kim ki ayartan?.. Ama zannetmem pek
– Deme, oğlum, bana tekmilini anlattı Melek.
Kız biraz azmine engel herifin, yoksa fena
Hem basar, hem de asar, çok deli şey, amenna!
– Söyle, pek kanlı oyundur, yanılıp oynamasın.
– Beni hiç saydığı yok nafile Bir sen varsın,
Bir de hemşiresi var zabtedecek şimdi onu.
Aman oğlum, bana terk etmeyiniz mecnunu!
– Yok canım, vazgeçer elbette, bu gerçek mi deli?
– Bilemem, korkuyorum kız beni ikaz edeli.
İş o evvelki vekayi' gibi olsaydı, evet,
Belki bir parça teselliye bulurdum cür'et.
Lakin , oğlum, görüyorsun: Kurulan perde yaman;
Hani, baştan başa kan, dış yüzü kan, iç yüzü kan!
Bir damar patlamasın, sel götürür memleketi;
Yoksa göstermeye Rabbim o elim akıbeti.
– Yine, ifrata kapıldın sanırım
– Hiç de değil,
Sen şu vaz'iyyete bir baksana: Cidden müşkil.
– Hadi müşkil diyelim, çaresi hiç yok mu ki?
– Var.
– Nedir öyleyse telaşın, heyecanın bu kadar?
– Heyecan yok, yalınız, mes'elenin ihmali,
Bence pek doğru değildir. Evet, insan hali,
Ya nihayet kızı saymaz da bu ma'tuh oğlan,
Yeniden kaamete kalkarsa, ne olmaz o zaman?
Kopacak fitneyi, oğlum, hele bir kerre düşün;
Sanırım ayn-ı hatadır beni müfrit görüşün.
Hayır, ifratıma hükmetmene razı değilim;
Ben de oldukça metinim, hele pek mu'tedilim.
Ne yakın der, ne uzak der, ne soğuk der, ne sıcak,
Bu çocuk harbe gider, kaç senedir, zıplıyarak.
Ne zaman gitme! dedim? Koş! diyerek gönderdim;
Gönderirken de gider, bir daha gelmez derdim;
Unutulmuş gibi artık bırakırdım peşini,
Avuturdum, oturur, evde kalan kardeşini.
Hanümanlar çöküyor, zelzele yalnız bana mı?
Ortalık can çekişirken açamam ben yaramı.
Anlamam oğlum için çekmeyi zaten helecan;
Elin evladı nedir? Hepsi civan, hepsi de can.
Parçalanmış senin Asım dediler bi'd-defeat,
Babayım, elbet içim parçalanırken, heyhat,
Her zaman sineye çektim, biliyorsun ya ?
– Evet.
– Çünkü gayetle tabi'idir o müşkil gayret:
Kaplamış yurdumun afakını, madem, şüheda
Varsın olsun kalanın uğruna Asım da feda .
Hem gaza, hem de şehadet, ne sa'adet bu! derim;
Ciğerim yansa da söndürmek için cehd ederim.
Ama katil deseler oğlumu, yahud maktul
O zaman işte benim akıbetim pek meçhul.
Var mı bir çare ki dünyada, gidip baş vurayım?
Hangi hüsranımı sen dur! diyerek susturayım?
Kendi vicdanım olur önce gelir da'vacı
Görüyorsun ya : Tecellüdle savulmaz bir acı!
Babanın canı için merhamet et, evladım,
Pek harabım, bana bir parçacık olsun yardım.
Yalınız sensin elimden tutacak, yaş yetmiş
Ah o vaktiyle ölenler ne de tali'li imiş!
Rabbimin cilvesi bunlar ya , fakat hayranım
Geberip gitmediğim, başka nedir isyanım?
Aman oğlum, hadi tahsilini ikmal ediver
De de, mecnunu zaman geçmeden evvel gönder.
Çünkü
– Dur dur!.. Ne haber? Yoksa misafir mi, Emin?
– Asım ağbeymi getirdim
– İyi ettin, gelsin.
– Bize gitmek düşüyor şimdi.
– Selametle, Hocam
Hiç merak etme Bu akşam kalabilsen?
– Kalamam.
– Seni çoktan beridir, gördüğümüz yok, Asım,
Nerdesin? Yerde misin? Gökte misin? Gel, bakalım!
Yalınızsın?
– Yalınız geldim, efendim, bu sefer.
– Getireydin, a canım, şunları
– Bilseydim eğer
– Aferin, doğrusu, cevherli çocuklar, belli!
İftihar etmeli gördükçe bu gürbüz nesli.
– Ben de şükranımı arz etmeliyim şimdi size,
Böyle en sevgili yaranımı takdirinize.
Amca Bey, gördünüz, Allah için insan şeyler
Ama bir türlü ısınmaz, ne sebeptense peder.
– Aklı ermez, babanın, sen nene lazım, bana baki
– Yeni yazdıklarınız nerde, efendim, okusak?
Aradım kimsede yok
– Varsa da üç dört eserim,
Zat-ı saminizi hoşnud edemez zannederim:
Demevi zevkiniz elbet demevi şi'r ister!
– Asabi olsa da razıyız, efendim, bizler
Bir mizaç istemiyorsak o da: Lenfailik;
Çünkü milletler için, doğrusu, gayet mühlik.
– Edebiyyatımız Allah'a emanet desene!
Babanın oğlusun, Asım, ne kadar olsa yine.
– Pek tarafdarı değildir pederim
– Sorma, fena!
Üdeba namına kim varsa, bila-istisna,
Hepsinin ruhunu şad etti bugün
– Etmeyiniz!
– Dedim: Artık bu kadar sövmeye layık değiliz.
Sen de kimsin? deyivermez mi, ne oldum, bilsen"?
Bense şair geçinirdim, hele bir bak şuna sen!
Komşunun haline gülmek ne fena şey!
– Elbet:
Yok ki dünyada cezasız kalacak bir hareket.
– Evet, oğlum, yalınız ibret alanlar nerde?
Edebi sohbet olurmuş büyücek bir yerde.
Neden asarımızın hepsi çelimsiz? derler;
Bu zemin üstüne herkes iki üç söz söyler..
Bulunur, neyse, nihayet balığın belkemiği:
Şark'ın üç bin senedir, gün sayarak beklediği,
O muazzam, o yaman şair-i dahiyi zaman,
Çıkarıp vermemiş aguşuna yurdun el'an.
Ruh-i millimizi tatmin edemezmiş bir edib,
Gelmeden sahne-i eyyama o dahi-i mehib.
Geceler hamile, madem, çocuk er geç doğacak;
Ama sen şimdi işin girdiği son safhaya bak:
Hangi saz şairi, bilmem, bunu almış da haber;
Neciyim ben? diye, günlerce tepinmiş ter ter!
Sonra durmuşsa da, hala, dediler, gayzı yaman;
Dut yemiş bülbüle dönmüş, giderek, kahrından.
Buna gülmüştüm, evet, gülmiyecektim oğlum,
Çarçabuk adl-i İlahi dedi: Dur şimdi kulum,
Sen ki, vah vah diyecek yerde, gülersin kah kah ;
İşte fi'l, işte ceza, çek bakalım! Eyvallah.
Babanın yok mu davuldan beter ikaazı, hani,
Tıpkı rü'yadan ayılmışlara benzetti beni!
– Yok efendim, bu kadar şiddeti etmem ya ümid,
Ma'amafih pederin hakkı değildir tenkid.
– Şimdi Asım, edebiyyatı bırak, bir tarafa;
Daha ciddi işimiz var, geçelim başka lafa.
Galiba söylediğim yoktu? Evet, hiç yoktu:
Mısr'ın en muhteşem üstadı Muhammed Abdu,
Konuşurken neye dairse Cemaleddin'le;
Der ki tilmizine Afganlı: Muhammed, dinle!
İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak.
Öne bizler düşüp İslam'ı da kaldırmazsak,
Nazarriyyat ile bir şeyler olur zannetme
O berahini de artık yetişir dinletme!
Çünkü muhtac-ı tezahür değil isti'dadın
– Şüphe yok, hakk-ı semuhileri var Üstadın
Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan'a;
Yeni bir medrese te'sis edelim urbana.
Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım,
Nesli tehzib ile, i'la ile meşgul olalım.
Çıkarıp gönderelim, hasılı, Şeyhim, yer yer,
Oradan alem-i İslam'a Cemaleddin'ler.
– Bu, fakat, yirmi yıl ister ki kolay görmüyorum
Yirmi günlük işe bak sen!
– Kulunuz ma’zurum.
Kıssadan hisse çıkarsak mı, ne dersin Asım!
Anlıyorsun ya , zarar yok, daha iy'anlaşalım:
İnkılab istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi
Yoksa, ellerde kör alet efeler tertibi,
Babıali'leri basmak, adam asmakla değil.
Çek bu işten bütün ihvanını, kendin de çekil.
Gezmeyin ortada, oğlum, sokulun bir sapaya,
Varsa imkanı, yarın avdet edin Avrupa'ya.
– Amca Bey!
– Nafile Asım, seni hiç dinlemeyiz
Çünkü sen bir kişisin, biz bakalım öyle miyiz?
Ben.. baban.. sonra Melek Tutturamazsın ne desen
Hadi tahsilini ikmale tez elden, hadi sen!
Çünkü milletlerin ikbali için, evladım,
Ma'rifet, bir de fazilet İki kudret lazım.
Ma'rifet, ilkin, ahaliye sa'adet verecek
Bütün esbabı taşır; sonra fazilet gelerek,
O birikmiş duran esbabı alır, memleketin
Hayr-ı i’lasına tahsis ile sarf etmek için.
Ma'rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek faziletle teali edemez, za'fa düşer.
İbtidailiğe mahsus olan avare sükun,
Çöker a'sabına. Artık o da bundan memnun!
Ma'rifet, farz edelim, var da, fazilet mefkuud
Bir felaket ki cema'atler için, na-mahdud.
Beşerin ruhunu tesmim edecek karha budur;
Ne musibettir o: Taunlara rahmet okutur!
Bizler, edvar-ı faziletleri cidden parlak,
Bir büyük milletin evladıyız, oğlum, ancak,
O fazilet son üç asrın yürüyen ilmiyle,
Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,
Bünyevi kudreti günden güne mefluç olarak,
Bir düşüş düştü ki: Davransa da, sarsak sarsak.
Garb'ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkum;
Çünkü hakim yaşatan şevket-i fenden mahrum.
Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfanından,
Bi-nasibiz de o yüzden bu şerefsiz hüsran.
Sonra, a'sara süren haybeti çekmekle, bugün,
O fazilet bile hissiz, hareketsiz, ölgün.
Şimdi, Asım, bana müfrit de, ne istersen de,
Ma'rifetten de cüda Şark o faziletten de.
Lakin ister misin, oğlum, müteselli olmak:
İçtimai bütün amillere, kudretlere bak.
Bunların herbirinin kuvveti, maziye inen,
Kökü mikdarı olur; çünkü bu amillerden,
En derin köklüsü en sağlamı, en hakimidir.
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki: Bu millette fazilet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübarek suyu var, hiç kurumaz: Din-i mübin.
Hadisat etmesin oğlum, seni asla bedbin
İki üç balta ayırmaz bizi mazimizden.
Ağacın kökleri madem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvarı yarar,
Yükselir, fışkırıp, afak-ı perişanımıza;
Yine bin vaha serer kavrulan imanımıza.
Vakıa ortada yüzlerce mesavi yüzüyor;
Sen bu kabusu bütün şerre değil, hayra da yor.
Çünkü yoktur birinin kalb-i cema'atte yeri;
Arasan : Hepsi beş on maskara ferdin hüneri!
Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;
Sade Garb'ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.
Fen diyarında sızan na-mütenahi pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nafi' suları.
Aynı menba'ları ihya için artık burada,
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.
Sen geçenlerde demiştin ki: Yazık hala biz,
Dünkü ilmin bile biganesiyiz, cahiliyiz.
İşte fıkdanı bu ihmal edilen ma'rifetin,
Nesli bir acze düşürmüş ki, bugün, memleketin,
Bir yığın kuvveti var, hem ne tabi'i de, henüz,
Biz o kuvvetlere eller gibi hakim değiliz!
Yarının ilmi nedir, halbuki? Gayet müdhiş:
Maddenin kudret-i zerriyyesi uğraştığı iş.
O yaman kudrete hakim olabilsem diyerek,
Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek.
Onu bir buldu mu, artık bu zemin: Başka zemin.
Çünkü bir damla kömürden edecekler te'min,
Öyle milyonla değil, na-mütenahi kudret!
İbret al kendi sözünden, aman oğlum, gayret!
Bir yılın var daha zannımca?
– Evet.
–Bak, ne kolay!
Lakin ihvan-ı kiramın?
– Çoğunun altışar ay.
– Hep giderler ya , beraberce?
– Giderler, ma’lum.
– Hepsinin mesleği sağlam mı?
– Evet, müsbet ulum.
– İnkılabın yolu madem ki bu yoldur yalınız,
Nerdesin hey gidi Berlin? diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz.
Şark'ın aguşu açıktır o zaman işte size;
O zaman varmanın imkanı olur gayenize;
O zaman dinlerim artık seni, Asım, bol bol
– Yarın akşam gideriz.
– Öyle mi? Berhurdar ol.
|
|